7 Kasım 2008

ISSIZ ADAM hepsi senin yüzünden!

Bugün sevgili arkadaşım Şebnem'le yaptığımız Starbucks keyfinden sonra (aylak ve işsiz bir günümü daha fırsat bilerek) yine sinemaya gittim... Günümüzden, bizden, doğal ve hepimizin yaşayabileceği bir aşk hikayesi Issız Adam. Babam ve Oğlum'un senaristi-yönetmeni Çağan Irmak, o zamandan beri takibimdedir. Yaptığı diğer filmleri ve dizileri de hep takip ettim . Yeni filminin de konusuna bile bakmadan gittim hemen..

Oyuncular genç ve taptaze desem..her ikisi de çok sevimliler, çok doğallar ve iyi ki de bu filmde bu rolleri onlar kapmış :) Eminim ikisini de daha çok göreceğiz, Türk sinemasında önemli isimler olacaklarını umarım. Sonu maalesef ayrılıkla biten bir aşk hikayesinde kendinizden çok şey bulabilirsiniz. Özellikle filmin en başından itibaren çalan 45'liklere bayıldım. Nil Burak ve Hümeyra'nın 1980'li yıllardaki pikapları filme o kadar güzel eşlik ediyor ki duygulanmamanız mümkün değil.

Kısacası ister tek başınıza, isterseniz sevdiğinizle romantik ve duygusal bir hikaye dinlemek isterseniz bu filme gidin..hatta gidin işte, seveceksiniz!

4 Kasım 2008

Üç Maymun'u oynamak...!

Dilimizde böyle bir deyim var.."Üç Maymunu oynamak" diye..yani "görmedim" "duymadım" ve "söylemedim". Aslında çok iyi bildiğimiz, gözümüzle gördüğümüz bir gerçeğin dile getirilmeyişini anlatan güzel bir deyim. Bugün gittiğim filmi bu kadar iyi ve kısaca anlatan bir isim olamazmış gerçekten..

Gittiğim filmin adı Üç Maymun..Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü kazandıran film. Gerçekten "sıkıcı" olabilecek bir hikaye ve yavaş, sessiz ve sakin sahneler..filmin ilk birkaç sahnesinde filmden çok sıkılacağımı ve ilk yarısından sonra çıkmaya önyargılı olarak karar vermiştim. Dakikalar ilerledikçe oyuncuların sahicilikleri, bu kadar sıradan bir hikayenin böyle sıkmadan işlenmesi beni filme bağladı :)

Hatice Aslan ve Yavuz Bingöl gerçekten harikaydılar..bu evli çiftin genç oğullarını canlandıran Ahmer Rıfat Şungar'ın da hakkını yemeyelim. oyunculukları o kadar sahiciydi ki kendimi bir başkasının evinin içini gizlice gözetliyormuşum gibi geldi. Film çok az mekanda ve en fazla 4 kişinin etrafında dönmesine rağmen çok sürükleyiciydi. Bu filmin "en iyi yönetmen" ödülü almasına şaşırmamalı..görüntüler, akıcılık, filmin baştan sona gidişatı çok güzel kurgulanmıştı. Ha bir de Hatice Aslan'ın oldukça cüretkar ve cesaretli sahneleri olduğunu da hatırlatırım :)

Tebrikler Üç Maymun ekibi..bana kalsa Hatice Aslan ve Yavuz Bingöl'ün Altın Portakal'da ödül almaları şaşırtıcı olmazmış! ödül alamamalarının neden bu kadar gündeme getirildiğini ise şimdi anlıyorum.

Hayat..bizi neden yoruyorsun?

sevgili okuyucular(ım)

Yellow Pages'den ayrıldım..yeni ufuklar, yeni heyecanlar peşinde koşmak için:)

Kasım 2007'de başlamıştım burada çalışmaya. geçen 1 yıl içinde neler yaşadık, neler gördük, ne kadar güldük, ne kadar şaşırdık..? ilginç bir deneyim olduğunu söylemeliyim.

yeni bir işe başlayana kadar geçen bu sürede bol bol gezmeyi, ailemle vakit geçirmeyi, sinemaya gitmeyi, yürüyüş yapmayı ve arkadaşlarımla keyifli öğlen yemekleri yemeyi planlıyorum..umarım, herşey beklediğimizden daha güzel olur!


31 Ekim 2008

Türk filmlerine ihmal etmeyin..)











Son zamanlarda oldukça iddialı ve iyi oyuncuların yer aldığı Türk filmleri vizyona girmeye başladı. Etrafımda ne zaman sinemaya gitmek konuşulsa maalesef nedense herkesin tercihi klasik yabancı filmlerden yana oluyor..aynı veya benzer kahramanlık-savaş-aşk hikayelerinin anlatıldığı Amerikan filmlerine gitmeye doyamıyoruz ama sıra bizim kendi yönetmenlerimize, kendi hikayelerimize gelince kimse ilgi göstermiyor. Arkadaşlarımla sinema seçimi konusunda kesinlikle pek anlaşamıyorum. Çünkü ben popüler ve gereğinden fazla şişirilmiş şeylere karşı biraz mesafeliyimdir..bunların yerine sevdiğim ve beğendiğim Türk yönetmenlerini, Türk oyuncularını takip ediyorum.

Yani söylemek istediğim bizim hikayelerimizi izlemekten ve yapılan çalışmaları desteklemekten yanayım. Biliyorsunuz Üç Maymun filmi Cannes'da ödül aldı. Hangimiz merak ettik ve bu filme gidilmesi gerektiğini düşündük? Peki ya Altın Portakal'da Nurgül Yeşilçay'a ödül kazandıran Vicdan filmini, şimdiye kadar hiç bilmediğimiz tarihi bir gerçeği anlatan Devrim Arabaları'nı, Altın Portakal'da en iyi film ödülünü kazanan Pazar-Bir Ticaret Masalı filmini..Şu anda tüm medyanın da katkısı ile ilgi odağı olan Mustafa filmi de var elbet..

Bu filmlere de ilgi gösterin arkadaşlar..inanın içlerinde gerçekten çok başarılı işler yapan, çok iyi oyunculuklar, iyi müzikler, iyi bir senaryo mutlaka bulacaksınız..Bir filmin güzel olması için çok fazla gürültüye, çok paraya, çok reklama, çok ünlü oyunculara hiç gerek olmadığını anlayacaksınız!

30 Ekim 2008

Sabiha Bengütaş'ı tanıyor musunuz..?


Dün akşam televizyonda gördüğüm bir reklamda Atatürk'ün 1923 yılında söylediği şu sözü gördüm: "Dünyada medeni olmak, ilerlemek ve olgunlaşmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir. Abidelerin şuraya buraya tarihi hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler, din hükümlerini gereği gibi araştırıp incelememiş olanlardır."

Bu sözden sonra da ilk Türk kadın heykeltraşın Sabiha Bengütaş olduğu söyleniyordu. İşte o zaman aklıma geldi. Biz ne kadar az şey biliyoruz, ne kadar çok şey kaçırıyoruz..
Gördüğüm reklam Anadolu Hayat Emeklilik'e aitti. Böyle özel bir günde yaptıkları bu anlamlı çalışma için tüm emeği geçenlere, bu fikre sahip çıkanlara çok teşekkürler..

Sayelerinde merakım depreşti bir araştırma yaptım, internetteki diğer sitelerden alıntı yaparak sizlere Cumhuriyet kadınlarını tanıştırmak istiyorum. Belki içimizden biri de başka bir "ilk" olma ünvanını yakalar, ne de olsa daha yapılacak çok şey, aşılacak çok engel var..!

İlk alfabenin yazarı: Melahat Uğurkan
İlk avukat: Süreyya Ağaoğlu
İlk bakan: Prof. Dr. Türkan Akyol
İlk başbakan: Prof. Dr. Tansu Çiller
İlk belediye başkanı: Müfide İlhan
İlk büyükelçi: Filiz Dinçmen
İlk Danıştay Başkanı: Füruzan İkincioğulları
İlk Danıştay üyesi: Şükran Esmerer
İlk diş hekimi: Ferdane Bozdoğan Erberk
ilk doktor: Safiye Ali
İlk dünya güzeli: Keriman Halis
İlk eczacı: Rukiye Kanat Arran
İlk emniyet müdürü: Feriha Sanerk
İlk hakim: Suat Berk
İlk hazine genel müdürü: Aysel Gönül Öymen
İlk hemşire: Esma Deniz
İlk hesap uzmanı: Müşerref Çallılar ve Güzide Amark
İlk heykeltıraş: Sabiha Bengütaş
İlk hukukçu: Beraat Zeki Üngör
İlk jet pilotu: Leman Altınçekiç
İlk karakol amiri: Nevlan Kulak
İlk kaymakam: Özlem Bozkurt
İlk kimyacı: Remziye Hisar
ilk makinist: Seher Aytaç
İlk milli eğitim müdürü: Güler Karakülah
İlk milli maç hakemi: Lale Orta
İlk muhtar: Gül Esin
İlk müzeci: Seniha Sami
İlk opera sanatçısı: Semiha Berksoy
İlk orman mühendisi: Binnaz Zehra Sert
İlk otomobil yarışçısı: Samiye Morkaya
İlk petrol mühendisi: Halide Ural Türktan
İlk pilot: Sabiha Gökçen
ilk polis memuru: Betül Diker
İlk profesör: Dr. Fazıla Şevket Giz
İlk radyo spikeri: Emel Gazimihal
İlk savcı: Tüzünkan Koçhisaroğlu
İlk sayıştay üyesi: Fehrunisa Etmen
İlk senatör ve elçi: Adile Ayda
İlk sendika başkanı: Dervişe Koç
ilk subay: Ülkü Sema Toksöz
İlk TBMM başvekili: Neriman Neftçi
İlk Türkiye güzeli: Feriha Tevfik
İlk TV spikeri: Nuran Devres
İlk vali: Lale Aytaman
İlk veteriner: Sabire Aydemir
İlk yargıtay üyesi: Melahat Ruacan
İlk yüksek mahkemesi başkanı: Firdevs Menteşe
ilk yüksek mimar: Münevver Gözeler
İlk yüksek mühendis: Sabiha Ecebilge
Cumhuriyet tarihinde ilk kez sahneye çıkan kadın sanatçı Bedia Muvahhit..




28 Ekim 2008

Bayramınız Kutlu Olsun..!

Güzel ülkemin güzel topraklarında daha aydınlık günlerde ve daha modern bir dünyada temiz ve güzel yürekli insanlar ile huzur ve barış içinde yaşamak dileği ile..nice seneler !
Mustafa Kemal Atatürk'ün yıllar önce dediği gibi "Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir... Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki yetiştirecekleri çocukları bu millete ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı olabilecek şekilde yetiştirsinler."

Yine Atatürk'den; "Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."

1923 yılında söylediği şu sözlere bakın;
"Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir."

Bundan neredeyse 100 yıl önce söylenen bu sözler nasıl bir öngörünün, nasıl bir vizyonun, nasıl bir zekanın ürünüdür artık siz karar verin..

Killing me softly..!

Hafif bir gerilim havası, sonunda ise sürpriz bir final..bugün bahsedeceğim filmin orjinal adı "Killing Me Softly" yani "beni yavaş yavaş öldür" gibi birşey..Londra'da geçen bu İngiliz filmi 2002'de çekilmiş belki sinemalarda gösterilmiştir ama ben hatırlamıyorum. Soğuk bir kış günü tesadüfen tanışan Alice ve Adam'ın hikayesi..

Başrollerinde isimlerini şimdi hatırlayamadığın ama simalarını mutlaka hatırlayacağınız 2 kadın oyuncu ile yine adını bilmediğim ama görür görmez tanıdığım yakışıklı bir aktör oynuyor. The Tudors dizisini seyredenler varsa oradaki yakışıklı Suffolk Dükü (Henry'nin kızkardeşinin kocası aynı zamanda) bu filmde başrolde oynuyor.


Filmde arızalı bir aşk ilişkisinin yarattığı şüpheler ve bu şüphelerin yol açtığı tehlikeli ilişkiler konu edilmiş. En baştan itibaren her an biri ölecekmiş gibi bekliyorsunuz ama sonunda sürpriz bir final var, onu da söylemeyeyim artık:-)

DVD'si varsa soğuk bir kış akşamında izlemek için ideal..Digiturk varsa bu sıralar Moviemax'de gösteriliyor..

Cumhuriyetimize Nice Seneler..!

Merhabalar..maalesef benim de sizler gibi "sürpriz" olarak öğrendiğim bir şekilde blog sayfaları bir süreliğine nedensiz ve gerekçesiz kapatılmıştı. Öğrendiğim kadarı ile Lig TV'nin açtığı bir dava nedeni ile problem yaratan blog değil tüm blogların kapatılması gibi adil(!) bir karar verilmiş. Pazar akşamı blog sayfalarımı düzenlemek için girmek istediğimde "Diyarbakır 1.Sulh ve Ceza Mahkemesi tarafından yasaklanmıştır" mesajını gördüğümde ne kadar şaşırdığımı tahmin edin..)

Sonuç olarak bu haksız uygulamanın kısa sürede çözülmesine memnun kaldık ama tekrarlanmamasını dilemekten başka elimizden birşey gelmiyor..



Bu vesile ile Cumhuriyetimizin 85.yılı kutlu olsun!


Akıllı, sağduyulu, hoşgörülü, temiz kalpli, dürüst, namuslu, zihni ve vizyonu açık, çalışkan ve gururlu Türk milleti ile nice senelere..Mustafa Kemal Atatürk sayesinde geldiğimiz bu günlerin değerini bilerek, kendimize modern dünyayı örnek alarak sonsuza kadar ayakta kalmasını tüm kalbimle diliyorum.


Biz göremeyeceğiz ama torunlarımız Cumhuriyetimizin 185.yıl kutlamalarına huzurla ve gururla katılacaklardır...

22 Ekim 2008

Bugün hayal kurmak istiyorum!


Bugün yazı yazmak istemiyorum nedense...birkaç farklı konuda denedim ama devamını getiremedim. İzninizle ve müsaadenizle bugün yazı yazmayacağım..fotoğrafta gördüğünüz o ağacın altında sohbet edenlerden biri olduğumu ve akşam olduğunda diğer fotoğrafta gördüğünüz evime gideceğimi hayal edeceğim:)))

Not1: Bu arada insanın kendi kendinin patronu olması müthiş birşey..canınız istemiyor ve sırf bu nedenle yapmanız gereken bir işi yapmıyorsunuz. Yani eğer ben başka bir yerde ücret karşılığı yazıyor olsaydım ne yapar ne eder canım istemese bile bir yazı döktürürdüm muhakkak. Hergün birşeyler yazmak, hele hele belli bir uzunlukta olmasını düşünmek gerçekten zor olsa gerek!

sevgiler...

21 Ekim 2008

Portakal ağacı meyvelerini verdi..!

İşim gereği her türlü organizasyona ilgi duyuyorum. Günün birinde festival ve benzeri organizasyonların birinin içinde olmayı çok isterim. Bu işi iyi yaptığımı düşünürsek hem kendimi göstermek hem de böyle bir tecrübe yaşamak için gönüllü bile olabilirim.

Neyse konumuz bu değil elbette..Altın Portakal'dan bahsedeceğim. Herşeyden önce ülkemizde yıllardır varolan bu organizasyonu ilk olarak hayata geçiren ve günümüze kadar ısrarla gelmesini sağlayan herkese çok teşekkürler. Ülkemizde maalesef bu tür ödüller pek uzun soluklu olmuyor ya da verilmiyor. Ne olursa olsun, kim olursa olsun belli sanat dallarındaki insanların bu şekilde motive edilmesi ve bu heyecanı yaşayabilmeleri gerçekten takdire değer..

Tüm dünyada ses çıkaran Oscar, Emmy, Golden Globe, Cannes gibi ödüllerden sonra ülkemizde de sinema, tiyatro ve müzik gibi alanlarda başarılı olmuş insanların ödüllendirildiği festivallerin düzenlenmesi kültür dünyamız için çok ciddi bir adım. Umarım, Altın Portakal da yıllar boyunca her yıl daha güzel ve daha başarılı bir biçimde devam eder.

Kim ne derse desin Türkiye'de Altın Portakal ödülü almak önemlidir. Türkiye'nin kalbi orada atmasa da herkes merak eder, aday olmak da ödülü almak kadar heyecan verici olmalı. Festivalde filmlerinizin gösterilmesi, ülkenin önde gelen yönetmenleri ve oyuncularının bir arada olması kulağa hoş geliyor..

Her yıl her festivalde olduğu gibi mutlaka jüri dedikoduları çıkar, jüri eleştirilir..Jüri olmak zor iştir aslında. Eğer objektif kalabiliyorsan ve oyuncuların kara kaşlarına kara gözlerine oy vermiyorsanız yani sonuçta içiniz rahatsa keyifli bir iştir de aslında. Eleştirilere karşı kararınızın arkasında durabiliyorsanız hiç problem değil jüri olmak.

Son zamanlarda en iyi kadın oyuncu ödüllerini alan oyuncuları aklımdan geçiriyorum; Hande Ataizi, Vildan Atasever, Özgü Namal, Saadet Işıl Aksoy ve Nurgül Yeşilçay. Hepsi genç hepsi sanki(!) sıra ile ödüllerini alıp geçiyorlar kenara..Bu sene Nurgül Yeşilçay'ın ödülü alacağı çok belliydi. O kadar çok laf edip, o kadar çok almak istediğini söyledi ki eminim jüridekiler çaresiz kalmışlardır.

Nurgül Yeşilçay'ın iyi bir oyuncu olduğuna inanıyorum.Geçen sene aday olduğu Yaşamın Kıyısında filmini gerçekten beğenmiştim. Belalı Baldız dizisinde de çok eğlenceli idi. Aldığı ödülü hak ettiğine de inanıyorum. Ama ödülü aldığında "bu muymuş" demesi gerçekten bu kadar çok istediği ve hayalini kurduğu şeyin tadını kaçırmadı mı? Keşke bu ödül hakkında çok ve boş konuşmasaydı da şimdi aldığı ödülün tadını tam olarak çıkarsaydı. Geçen senelerde "yerim portakalını" diye sözüm ona dalga geçersen, sonra da bu ödülü almak için neredeyse yalvarır duruma gelirsen aldığın ödülden çok işte maalesef bunlar konuşulur:-)

Böyle büyük bir festivali organize etmenin ne demek olduğunu tahmin edebiliyorum. Mutlaka eksikleri ya da hataları vardır. Ne olursa olsun emeği geçen herkesi kutlamak lazım, herkesin eline sağlık!

Bu arada bize de düşen şu; Altın Portakal'da ödül alan ya da aday olan filmleri izlemek ve bu ödülün değerini herkesin gözünde artırmak !!!

20 Ekim 2008

Sevgilinizi sıkmak istiyorsanız bu filmi o'na mutlaka izletin !




Size bu haftasonundan haberlerim var..Öncelikle yine bir filmden bahsetmek istiyorum. Orjinal adı "Elegy" ama Türkçesi sanırım "Aşkın Peşinde"

Başrollerde Penelope Cruz ve Ben Kingsley var..Penelope Cruz'un ismi ile tamamlanan farklı bir güzelliği ve cazibesi var..Herşeyden önce sıradan sarışın bir Amerikalı değil. Amerika'da tutunabilmiş bir İspanyol. 34 yaşındaki güzel oyuncu 18 yaşından beri bu sektörün içinde güzel işlerde bulunmuş. Bu filmde de Penelope'nin duru ve çekici güzelliğine tanık oluyoruz. Kadın hoş bunu kabul etmek lazım:)

Filmde aşk yaşadığı yaşlı(!) profesörü Ben Kingsley canlandırıyor. Bu adam çok iyi bir oyuncu olabilir belki ama Penelope'nin yanında o kadar yaşlı ve çirkin kalıyor ki o kadının bu adamla ne işi var diye düşünmeden edemedim. Adam ne çok zengin, ne çok yakışıklı, ne çok romantik, ne çok duygusal ne de çok seksi..sıradan hatta bazı takıntıları ve kıskançlıkları olan yaşlı bir adam!

Hikayeyi ise hiç ama hiç sevmedim. Adamın soğuk ve anlamsız tavırlarına dayanamayan Consuela (Penelope Cruz oluyor kendisi) adamdan nihayet ayrılır. Yıllar boyunca hiç birbirlerini aramazlar, görüşmezler ama hala seviyorlardır. Sonra birgün Consuela adamı arar. Neden? Çünkü hastadır ve son günlerinde adamı yanında görmek ister. Kasvetli, sıkıcı bir hikaye..

Romantik filmleri ve aşk filmlerinde ağlamayı seviyorsanız belki hoşunuza gider. Ya da en azından Penelope Cruz'un güzelliğini görmek için seyredebilirsiniz. Ama sevgilinizi seyretmeye zorlamayın, hiçbir erkeğin bu hikayeden ve filmden hoşlanabileceğini sanmıyorum. En azından benim tanıdıklarımın:-)

17 Ekim 2008


Eğer bugüne kadar tanışmadıysanız veya duymadıysanız çok şey kaçırmışsınız. Size Dr.Gregory House'dan bahsediyorum..Son 2-3 senedir DiziMax aracılığı ile tiryakisi olduğum HOUSE dizisinin biricik dehası:-)


Bu yazıyı yazmamın nedeni dün akşam 4.sezonun son bölümünü ağlayarak izlemiş olmam. Sanırım dizinin şimdiye kadar tüm sezonlarını eksiksiz izlemişimdir. Bilmeyenler için House'ı biraz anlatmak istiyorum.


Princeton'da bir hastane..Başında Doktor House'ın olduğu doktorlardan oluşan bir özel bir ekip. Çözülemeyen, anlaşılamayan hastalıkları çözmek ve insanları hayata döndürmek onların işi..Elbette esas deha Doktor House'da. Hiç beklenmedik şekilde ve hiç akla gelmeyen yöntemlerle hastalıkların nedenini çözüp;teşhisini koyuyor. Ekibindekilere de o'nun söylediği tedaviyi uygulamak kalıyor. Ama hastalığın nedenini bulana kadar hasta üzerinde denemedikleri şey kalmıyor, dizinin sonuna kadar heyecanla acaba ne olacak diye bekliyorsunuz..Dizinin kahramanı Doktor House, hiçbirimizin pek sevemeyeceği derece soğuk, kaba ve açıksözlü. Hiç söylenmemesi gerekenleri pat diye söylemekten mutlu olan, fazlası ile patavatsız ve kuralları yok sayan ve kuralların çiğnenmesi için teşvik eden bir bela(!) aslında.


Ama o'nun bütün bu kötü özelliklerine tahammül edilmesinin çok geçerli bir nedeni var. O bir dahi ve kimsenin iyileştiremediği hastaları hayata döndürüyor..İşte bu yüzden o hastanede ne yaparsa yapsın o'nun zekasından ve yeteneğinden vazgeçilemiyor.


Özünde çok hassas ve tatlı biri House..altında çalışan biri değilseniz ve kendisinin hastası olmadığınız sürece sevimli:)) işte House'dan inciler:


Kanser teşhisi konan ama kanser olmadığı anlaşılan hastasına:

"A moment ago, you thought you were dying. Blind is actually good news."


"She's not your type. Your type's much stupider than her."


Dün akşamki bölümde en iyi arkadaşının, aslında tek(!) arkadaşının sevgilisinin ölümüne yol açan bir trafik kazasına yol açtı House..kendisi beyin kanaması geçirdi, arkadaşının sevgilisi ise öldü..

Gerçekten bu diziden hiç beklemediğim bir senaryo, çok güzel vedalaşma sahneleri vardı. Özellikle de House'ın en yakın arkadaşı Doktor Chase'nin ölmekte olan sevgilisi ile olan sahneleri çok etkileyiciydi. Bu dizide ağlayacağım hiç aklıma gelmezdi ama o kadar üzüldümki diziyi ağlayarak bitirdim.


Şimdi House'ı çok zor günler bekliyor. Senaristler o kadar akıllıca yazmışlarki, dizinin 5.sezonunu merakla bekleyeceğiz. House bu suçluluk duygusu ile daha insani tavırlar mı yakalayacak? Yoksa bu ağırlığa dayanamayarak işini terk mi edecek? Zaten problemli bir kişiliği olan House ile en yakın arkadaşı Chase'in ilişkileri düzelecek mi?


Kısacası HOUSE dizisi her bölümde işlediği ilginç tıbbi vakaları ile, ilginç ama bir o kadar gerçekçi karakterleri ve şaşırtan senaryosu ile alkışı hak ediyor. Özellikle senaryo yazarlarını gerçekten tebrik etmek lazım. Her bir bölüm için çok araştırma yaptıkları ve yaratıcılıklarını sonuna kadar kullandıkları çok açık. Zaten bu başarıları aldıkları ve aday oldukları Emmy ve Golden Globe ödüllerinden de belli.


Yaratıcı zekası ve kural tanımaz kişiliği ile Doktor House aslında tüm yöneticilere ve kendini yönetici sananlara örnek olmalı!


Öte yandan Türkiye'deki senaryo yazarları da bu dizinin senaryosundaki incelikleri, zeka pırıltılarını bir inceleseler hiç fena olmaz hani..:)


15 Ekim 2008

Batmayanniye...Yumuşacıkiye....bu reklam neden,niye...?


Gerçekten çok uzun zamandır ilk defa bu kadar kötü, bu kadar basit ve içimi ürperten bir reklamla karşılaşıyorum. Her reklamı beğenmek ya da etkilenmek zorunda değiliz tabi ama genelde reklamverenlerin bir bildiği vardır elbette diye düşünürüm. Mutlaka hedef kitleleri ile ya da bizim bilemediğimiz hedefleriyle aynı paralelde birşeyler yapmaya çalıştıklarına inanırım.


Ama "Days in Colors" için yapılan ve özellikle de nedense Digiturk ekranlarında durmadan dönen "batmayanniye.." reklamını gördükten sonra gördüklerime, duyduklarıma inanmak istemedim.


Yumuşak ve renkli güzelim battaniyeleri tanıtmak için bulduğunuz esprili(!) sözlerin gerçek bir reklamcıya ait olduğunu ve bir reklam ajansı tarafından onaylanarak teklif edildiğine inanmak istemiyorum.


Batmayanniye...yumuşacakiye...sözcüklerini insanların tüylerini diken diken etmek için kullanmak iyi fikir ama hiçbir potansiyel müşterinizin bu yaratıcı(!) reklama kanıp, batmayanniye'leri almaya koşacağını sanmıyorum.


İşin daha kötüsü "Days in Colors" markası için çok kötü bir etkisi var bu reklamın..Bu marka artık benim için "kaliteli" değil..Basit ve ucuz işler yapan bir battaniyeci..?


Bu arada internette yaptığım aramada kendilerine ait bir web sayfasına da rastlamadığımı belirtmek isterim. Günümüzde halen kurumsal imajı en net şekilde yansıtabilecek, içeriği zengin bir web sayfası olmayan firmalar-markalar var..Televizyonlara reklam ver ama bir web sayfan olmasın..bravo!


İnsanın içini açan rengarenk battaniyeler, nevresim takımları, yatak örtüleri için bu yolu seçmek ürünlere haksızlık aslında..Gerçekten tüylerimi ürperten bu ilginç reklamın devamını merakla bekliyoruz..:)

14 Ekim 2008

Müjde müjde size..son zamanların en güzel haberi !


Sevgili Arkadaşlar, baylar, bayanlar..son zamanlarda okuduğum ve duyduğum en güzel haberi sizlerle paylaşmak istiyorum.


Hepimizin özelliklede nedense kadınların vazgeçemediği en büyük tutkulardan biri de ÇİKOLATA'dır..en azından benim için öyle. Sütlüsü, fındıklısı, fıstıklısı, karamellisi her çeşidini zevkle tüketiyorum. Ama her defasında yedikten sonra pişmanlık duymuyorum desem yalan olur..


Artık hiç pişmanlık duymadan çikolata yiyebileceğimi öğrendiğim için çok mutluyum. Yapılan araştırmalara göre ortaya çıkan son gerçek şu; kakao oranı yani çikolatası %70'den daha yüksek olan çikolatalar mükemmel bir antioksidan kaynağı olup sağlığımıza faydalıymış! Yani yeşil bir elma yerine ya da bir bardak yeşil çay yerine yiyeceğimiz bir porsiyon gerçek çikolata bize gerekli antioksidanı sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda bizi mutlu da edecek..


Burada önemli olan şu, alışveriş esnasında çikolataları tek tek incelerseniz - ki ben yaptım- çoğunun kakao oranının %30-40 civarında olduğunu, geri kalan bölümün yağ ve şeker ile tamamlandığını göreceksiniz. İşte vücudumuza zararlı olan da bu yağ ve şeker. Zaten yapılan son araştırmaların yayınlanmasından sonra çikolata üreticileri de %70 kakao oranını paketlerinin üzerinde oldukça net ve görünür şekilde göstermeye başlamışlar.


Benim size tavsiyem Nestle'nin %70 kakao oranına sahip acı çikolataları..100gr'lık paketlerde satılıyor ve içinde 10 porsiyon var. Her bir porsiyonu sadece 56 kcal..ve çikolata isteğinizi kesinlikle bastırmaya yetiyor.


Bugün sağlıkla ilgili güzel bir haber vermek istedim. Benim bundan sonra tercihim kesinlikle bu yönde olacak,size de tavsiye ederim..


Yakında kalorisiz ve c vitaminli çikolata çıkarsa şaşırmayın..!

13 Ekim 2008

Dönüşüm muhteşem oldu..:))




Nasıl anlatsam, nereden başlasam diye düşünüyorum bir süredir..Uzun bir ara verdikten sonra dönmek pek kolay olmuyor. Size anlatmak istediğim çok güzel bir film ve çok güzel bir mekan var..

Öncelikle filmi anlatmak istiyorum, orjinal adı The Pursuit of Happyness Türkçesine "Mutluluğun Peşinde" diyebiliriz sanırım. Gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılarak yapılan filmin başrolünde Will Smith var. Genelde Will Smith denince benim aklıma komik ve eğlenceli filmler gelir-di. Bu film öyle değil. Will Smith küçük oğlu ile hayatta kalabilmek için zorlu ve acımasız bir savaş veriyor. Filmin en hoşuma giden tarafı yaşamak için çalmaya, ahlaksızlığa ya da zorbalığa başvurmuyor. Alınteri ile çalışıyor, didiniyor, emek harcıyor,oradan oraya koşturuyor ama bozulmuyor. Çok içten,duygusal ve samimi bir hikaye..Romantizm yok, aşk yok, kadın yok, bir adamın gerçek hayat hikayesi var..Bir baba ve 5-6 yaşlarında bir oğul.hepsi bu. Hiç sıkmadan, sonunu merak ederek ve bütün kalbinizle mutlu olmalarını isteyerek izleyeceğiniz bir film.

İstanbul'da güzel şeyler de oluyor !
İkincisi, İstanbul'da olmasından gurur duyduğum bir yer. Yabancı misafirlerinizi övünerek ve gönül rahatlığı ile götürebilirsiniz. İstanbul Modern Sanat Müzesi'nden bahsediyorum. Hiçbirimiz maalesef sanatla içiçe büyütülmedik. Eğitim sistemimizde insanları sanata ısındıran, yaklaştıran bir olgu yok. Ama ne kadar uzak olsakta, sanat eserlerinden pek anlamasakta elimizdeki imkanları değerlendirirek kendimizi biraz şımartabiliriz diye düşünüyorum. Kendi bildiğimiz ve keyif aldığımız şekilde sanata yaklaşabiliriz.

Ben gittiğimde içinde bir resim ve bir fotoğraf sergisi vardı. Özellikle Mehmet Güleryüz'ün resimleri gerçekten harikaydı. Evimde, ofisimde kafamı kaldırdığımda bu resimleri görmeyi çok isterdim doğrusu..Güzel bir resim ve fotoğraf sergisini gezdikten sonra İstanbul Modern'nin harika İstanbul manzarasına sahip restoranında oturup en azından birşeyler içmelisiniz. Şahane bir İstanbul manzarası, deniz hemen önünüzde, Karaköy ve Eminönü'ne gidip gelen vapurların düdük sesleri arasında nefes almak gerçekten insanı mutlu ediyor.Mutlaka vakit ayırın, Fındıklı'daki bu gerçekten modern(!) müzeyi gezin; denize karşı bir kaç kadeh için ve İstanbul'u dinleyin..

Benim bir sonraki hedefim Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki Salvador Dali sergisi olacak..size oradan da gözlemlerimi aktaracağım elbette..

Yine, yeni, yeniden...

Upuzun bir aradan sonra yeniden buradayım..Maalesef iş,güç,hayat gailesi derken yazılarıma uzun bir ara verdim ama bu işten vazgeçmedim. Yazacak, anlatacak çok şey birikti. Umarım, bundan sonra böyle uzun aralar vermek zorunda kalmam.
Yeniden görüşmek dileği ile şimdilik MERHABA ve HOŞÇAKALIN..!!!

14 Temmuz 2008

Mütamadiyen Algida yiyiniz..!


Algida'nın son reklamını gördünüz mü? Eski Yeşilçam filmlerinden çıkan sahneler, replikler ve karakterler...


Eğlenceli mi ? Evet

Yeniden izlemek istiyor musunuz? Evet, tabii

Algida yiyin diyor mu? kesinlikle üstelik güldürerek kafamıza işliyor

Peki kampanyaları açık ve net mi? Hayır..hayır, hayır..sanırım Turkcell ile ortak bir kampanya bedava sms veya kontör falan veriyorlar. Şifreleri gönderirsen birşeylerin çekilişine katılabiliyorsun. (valla araba mı vardı, notebook mu emin değilim..???)


Sonuç benim zihnime kazınan ve beni gülümseten "mütamadiyen Algida yiyiniz" sloganı çok başarılı ama anlattıkları kampanyayı maalesef anlamadım, ikna olmadım, ilgilenemedim.. Özellikle yaz aylarında hergün Algida yiyen biri olarak bir sürü şifrem olacak muhtemelen ama ne yapacağımı ve niye yapacağımı çözemediğim için boşa gidecekler..(


Hep söylediğim gibi belki artık biraz yaşlıyım, belki benden daha gençlere veya öğrencilere yöneliktir bu reklam..Sonuçta reklamı haftasonu sadece 2 kez ekranda gördüm ve izledim. Sadece 2 kez izledikten sonra bu yazıyı yazıyorum, bu da dipnot olsun..!

11 Temmuz 2008

Eski, kasvetli ve ağır Vakıfbank değişiyor..!

Sıcakların bastırması, insanların tatil hayallerine dalması nedeni ile yaz aylarında pek dikkat çekici reklamlara rastlamıyorum. Uzun zamandır dikkatimi çeken ve bana birşeyler anlatan bir reklam görmedim diye düşünüyordum ki genç, güzel bir kadın ve bir erkeğin bizi meraklandıran kısa görüntülerine rastladım. Genç ve güzel arkadaşlarımızın biri sağdan, diğeri soldan bir kağıdı yırtarak açıyorlar, yırttıkları bölümde hoş bir sarı rengi görebiliyoruz ama ne olduğu belli değil..?

Reklamın devamını görene kadar bu sarı renk ile Vakıfbank'ı asla bağdaştırmamıştım. Aklıma Yellow Pages'in sarı rengi geldi, belki de algıda seçicilik yaptığım için :)


Vakıfbank'ın imajı benim için de herzaman eski, kasvetli, hareketsiz, teknolojiden uzak ve dedelerimizin tercih ettiği bir banka olarak kalmıştır. Yaptıkları değişimi ve yenilikçi yüzlerini kullanmak için "müşterilerimiz değişmemizi istedi" cümlesine sahip çıkmışlar, reklamda dans eden insanlar oldukça modern kıyafetler içinde, şubelerin hem içi hem de dışları çok modern bir yüze bürünüyor. Sadece yüzleri değil; masaları, tabelaları, bilgisayar ekranları ve hatta logoları bile değişiyor..


Kısacası Vakıfbank "biz artık değiştik. Artık eski ve yavaş sistemler kullanmıyoruz. Hem ofis donanımlarımızı hem de sistemlerimiz çağa ayak uyduracak" demeye getirmiş. Sarı renk ne çok fazla, ne çok az ama finalde Vakıfbank logosunun sarı rengi ile çok güzel bir bağlantı kurulmuş.


Reklamlarda gösterdikleri iddialı değişimi umarım tüm şubelerinde tamamlamışlardır. Eğer reklamda böyle yenilikçi ve modern bir banka ortamı gösteriliyorken şubeye gittiğinizde eski hali ile karşılaşmamız marka imajı için pek inandırıcı olmayacaktır!


Ben Vakıfbank müşterisi değilim, ama bu "değişim rüzgarları" aynı şekilde devam ederse ve gerçek hayatta da uygulanabilirse başarılı bir adım, doğru bir karar olacağından eminim.

10 Temmuz 2008

Günlüğü 400 euro olan şahane bir butik otel biliyorum !


Tatil zamanı geldi..Herkes gibi ben de masmavi bir koyda, sımsıcak güneşin altında uzanmak, dinlenmek, uyumak, kitap okumak istiyorum. Benim tatil anlayışım sakinlikten, huzurdan,sadelikten yana..Açıkçası kalabalıkları, hareketi, aksiyonu pek sevmiyorum. Gittiğim yerde vakit geçireceğim için otelin hoş ve şık ; hizmet kalitesinin yüksek olmasını bekliyorum. Yemeklerin çeşitliliği ve lezzeti de çok önemli tabii :)



Geçen sene Belek'de Gloria Otellerinden birine gitmiştim. Harika bir otel, çok konforlu geniş odalar, deniz manzaralı büyük bir balkon, her odanın ve villanın önünden geçen uçsuz bucaksız bir havuz, şahane bir sahil...Ama bu kadar şık ve lük bir otelde maalesef hizmet kalitesinden ve özellikle de yemeklerden hiç memnun kalmamıştım. Hele sabah kahvaltılarından nefret etmiştim. Yine de sessiz sakin bir çam ağacı bulup, altında uyuklamak ve birşeyler okumak eğlenceliydi. Her akşam üstü hafif bir yürüyüşten sonra fotografta gördüğünüz yerde Mojito veya Bacardi içmek de öyle.

Bu sene Çeşme'ye gitmek istiyorum ve benzer bir araştırma içine girdim. Güzel ve şık bir otel, lezzetli yemekler, kaliteli servis, güzel bir plaj arıyorum hepsi bu !

Çeşme'nin en güzel otellerinden aldığım fiyatlar gözlerimi yerinden çıkardı desem yeridir..Sheraton Otel 1 gece için double oda yarım pansiyon 670 YTL istiyor. Süzer Sun Dream otel herşey dahil 380 YTL..Bu durumda 6 gece konaklama yapmak isterseniz kişibaşı 2,000 YTL'yi gözden çıkarmanız gerekiyor ki buna ekstra harcamalarınız, transfer ücretleriniz dahil değil..

Ve işin daha da ilginci : Oteller dolu !!! Ve ben çok iyi biliyorum ki ülkemizde bundan çok daha pahalı oteller var. Geceliği 400 euro olan bir butik otelden mailler alıyorum.

Sonuç olarak, tatil yapmak pahalı. Hele 3-4 kişilik bir aileyseniz bütçe oldukça kabarık çıkıyor. Doğal olarak elimizdeki imkanlara göre seçim yapacağız, bütçemize uygun güzel yerler bulacağız. Eminim çok pahalı olmayan ama müşterilerini mutlu eden yerler de vardır !

8 Temmuz 2008

Yıldızların Altında Sinema Keyfi..!


Sıcak bir havada şık bir havuz kenarında sıralanmış rahat şezlongların, minderlerin üzerinde esen rüzgarın serinliği ile tepenizde yıldızlar kayarken sinema seyretmek..Hatta ilerleyen saatlerde üşüyerek dağıtılan battaniyeleri üstünüze çekerek sarınmak.. Soğuk bir bira eşiliğinde haşlanmış veya patlamış mısırınızı yemek..


Bütün bunları Kozyatağı'ndaki Trio'da yaşayabilirsiniz. Gerçekten çok romantik, çok keyifli ve huzurlu bir ortam hazırlamışlar misafirlerine..Bana çocukluğumda Beşiktaş'da gittiğim açıkhava sinemalarını hatırlattı. Tabii o zamanlar böyle rahat şezlonglar, minderler falan yoktu. Bildiğiniz tahta sandalyelerde dip dipe oturulur, çekirdek yenirdi en fazla..


Açıkhava sinemasında gösterilen filmlerin biraz daha özenle seçilmesi buraya ilginin ve beğeninin artmasını sağlayacaktır. Vizyondaki popüler filmler yerine biraz daha izlenmeye ve hatırlanmaya değer filmler olursa ve hatta "özel gösterimler" yapılırsa sinemadan çıkan herkesin zihninde unutulmaz bir anı olarak kalabilir.


Trio yetkililerinden burada sinemanın en güzel örneklerini "özel gösterim" adı altında göstermelerini öneriyorum. Boşverin vizyon filmlerini, "Casablanca" veya "İyi,Kötü ve Çirkin"i gösterin.."Yurttaş Kane" ya da "Kwai Köprüsü" de olabilir, "Alkatraz Kuşçusu" da.."Ben Hur" veya "Spartacus" gibi görkemli filmler..Sadece kaçıranlar için değil tekrar tekrar izleyebilecek olanlar için.


Yine de iyi bir arkadaşınızla, eşinizle veya sevgilinizle güzel bir akşam geçirmek ve yakınlaşmak(!) istiyorsanız mutlaka gidin, eğlenin, keyfini çıkarın..

2 Temmuz 2008

İçim kara, dışım kara..Kraliçenin Soytarısı bile zor güldürür aslında beni !


Zaten son bir haftada yaşadığımız üzücü olayların etkisi ile oldukça yorgun, gergin ve karamsarım. Bir de bunun üstüne ülkemizde yaşanan tuhaf olaylar eklenince iyice umutsuz ve depresif olduğumu söylemem lazım..İçimden hiçbirşey yazmak gelmiyor. Gelecek güzel günlerden emin değilim, herşey daha kötüye gidiyor gibi...

Neyse sizlerin de canını sıkmak istemem ben fazlası ile kara kara düşünüyorum zaten. İngiliz tarihine devam ediyorum, daha önce bahsettiğim Boleyn Kızı'ndan sonra nihayet dün akşam başladığım Kraliçenin Soytarısı adlı kitap da oldukça sürükleyici çıktı. Dün akşam iki saat içinde 150 sayfasını bir solukta okudum. Kral Henry VIII'nin çocuklarının taht kavgalarını anlatan, beni iç sıkıntılarımdan, huzursuzluklarımdan bir süreliğine de olsa uzaklaştıran bir kitap..

Sürükleyici bir tarihi roman okumak isterseniz ; içinde aşk, entrika,macera dolu olan bu kitabı da alın derim..

Bazen şükrediyorum iyi ki okumayı biliyorum, iyi ki okunacak güzel kitaplar, dergiler, gazeteler var..yoksa zaman nasıl geçerdi?

1 Temmuz 2008

Jem Bey'i pek sevmedim !


Türk Telekom reklamlarını hep ilgi çekici ve izlenir bulmuşumdur. Üstelik "ikna edici" olduklarını da gördüm. Çevremdeki duyarlı birkaç kişinin - bunlardan biri de benim annem- "Evde ev telefonu, işte iş telefonu ile konuşulur" cümlesini sevdiklerini ve bu uyarıyı dinleyerek evden veya işten cep telefonu ile arama yapmadıklarına şahit oldum. Hele Turkcell'in selocanlarına karşı yaptıkları "çocuk işte ne anlar telefondan"konulu filmleri çok hoşuma gitmişti.


Cem Yılmaz ne söylerse söylesin kendisini izlettiren bir komedyen. Bundan önce yaptığı tüm reklam filmleri herkesin hala aklında hatta dilinde..Ama ben Jem Beyli çizgi film karakterlerini pek sevemedim. Reklamlarda anlatılmak istenenler o kadar uzun ki, uzun uzun cümleleri dinlerken görüntüyü kaçırmamak için odaklanmanız gerekiyor. Gerçek Cem Yılmaz görüntüsünün yaratacağı etki maalesef çizgi karakterlerde aynı ölçüde olmuyor. İzlerken Cem Yılmaz'ın komikliklerini kaçırmak istemediğim için dış sesin anlattıklarını anlamak pek kolay değil. Dış ses ile görüntü arasında kopukluk olduğu için ilgi ister istemez çizgi karakterlerde yoğunlaşıyor.


Bence bundan sonra Cem Yılmaz'ın kendisini canlı kanlı olarak ekranlarda görmeye devam edelim. Hem esprileri daha komik oluyor, hem ne söylediğine daha çok dikkat ediliyor. Çok masraf yapıldığına emin olduğum bu çizgi filmler için söyleyeceğim "belki iyi bir fikir, farklı olsun istenmiş ama çıkan sonuç o kadar da iyi değil maalesef.."


30 Haziran 2008

Elimizde olmayan nedenler...

Maalesef ailecek üzücü ve yorucu günler geçirdik. Hiç beklemediğimiz bir anda meydana gelen olaylar nedeni ile 1 haftadır yazamadım. Umarım, bugünden sonra kendimi toplayıp yazılarıma kaldığım yerden devam edeceğim.

Görüşmek dileği ile...

19 Haziran 2008

Aşk, Nefret, İntikam ve Entrika...işte "İngiltere Kralı Henry VIII"

Geçtiğimiz Cumartesi günü yeni bir kitap alıp okumaya başladım. Geçtiğimiz haftalarda sinemalarda da gösterilen ve birkaç kişiden iyi eleştiri duyduğum BOLEYN KIZI adlı filmle aynı ismi taşıyan kitabı görür görmez elime aldım, daha önce hiç aklımda olmamasına rağmen hiç düşünmeden aldım kitabı. Beni bu kitaba çeken bir şey vardı...


Kitap 800 sayfadan daha uzun olmasına rağmen dün gece bitirmeyi başardım. Son zamanlarda beni bu kadar heyecanlandıran, meraklandıran ve her sayfasını acaba şimdi ne olacak diye çevirdiğim bu kadar sürükleyici bir roman okumamıştım. Bu kitap sayesinde hiç bilmediğim ve daha önce hiç ilgilenmediğim bir dünyaya da girmiş oldum.


Kitap aslında İngiltere tarihinde çok iyi bilinen bir kraliçenin; ANNE BOLEYN'in hayatını kızkardeşi Mary Boleyn'in ağzından anlatıyor. Kitabın tamamı Boleyn ailesinin ve elbette doğal olarak çok yakınlarında bulunan Kral Henry VIII'in başına gelenleri içeriyor.


Boleyn ailesinin para ve mevkii hırsı, hayatımda hiç duymadığım kadar hırslı ve kötü kalpli Anne Boleyn'nin kraliçe olabilmek - ve kraliçe kalabilmek- için yaptıkları, Kral Henry VIII'in bir eli yağda bir eli balda kendi çıkarları uğruna tüm insanların hayatları ve gelecekleri ile bencilce oynaması...Ağzımı açıkta bırakan, beni gerçekten 16.yy'daki İngiltere saraylarının hayalini kurduran bir kitap. Anlatılan sahnelerin tümünü kendi kafamda yaşadım, kurguladım ve izledim desem yalan olmaz..Tasvir edilen elbiseleri bile tek tek zihnimde canlandırdım.


Kitap beni o kadar etkiledi ki bitirir bitirmez Kral Henry VIII'in kitapta anlatılmayan hayat hikayesinin geri kalanını öğrenmek için hemen internette araştırma yaptım. Esas anlatılması gereken Henry VIII'in hayatıymış meğerse..


Eğer yanlış hatırlamıyorsam 58 yaşında ölen bu kral, hepsi birbirinin üstüne olacak şekilde 6 evlilik yapmış. Meşru veya gayrimeşru bir sürü çocuğu olmuş. 40 yaşından sonra hızla yaşlanmaya, şişmanlamaya ve hastalanmaya başlamış. Daha fazla anlatmayayım evlendiği tüm kadınların ve hatta metresi olan onlarca kadının gerçekten çok ilginç hikayeleri var. Gerçek bir masal dünyası, gerçek payının olduğunu bilmek işi çok daha zevkli yapıyor..


Ben şu anda İngiltere Tarihine özellikle de bu kral Henry VIII'e odaklanmış durumdayım. Bu haftasonu bulabileceğim tüm kitapları alıp bir solukta okumak istiyorum. Yazdıklarım ilginizi çektiyse kolayına kaçmayın, filmi izlemeden önce kitabı mutlaka okuyun !

17 Haziran 2008

3 maç için 300,000 YTL prim..!

Milli Takım oyuncularına "çeyrek finale kaldıkları için" adam başı 300,000 YTL prim vermeye karar vermişler..

Milli Takım kadrosunda en az 25 kişi olduğunu farzedersek toplamda en az 7,5 trilyon YTL biraz da şansın yardımı ile "çeyrek finale kaldığımız" için dağıtılacak.

Türkiye'deki en çok para kazanan meslek gruplarından biri "futbolculuk". Her sene binlerce dolar kazanıyorlar, ter döküp hak ediyorlar ya da etmiyorlar ama onlara bu bedelleri anlaştıkları futbol kulüpleri ödüyor;biz değil.

Milli Takımda olmak, hele Avrupa sahnesinde bir başarıya ortak olmak futbolcular için yeterince büyük ve değerli bir ödül aslında. Kimse milli takımda "para" için oynamıyor..

Elbette başarıyı ödüllendirmek ve alkışlamak gerekir. Çeyrek finale kalan oyuncularımıza ödül verilmesin demiyorum ama kişibaşı 300,000 YTL sizce de fazla değil mi ? Bu ülkede para çok zor kazanılıyor, insanlar işsizlikten ve açlıktan şikayetçi. Büyük şehirlerde bile yüzlerce sağlam okula, çocukların ücretsiz spor yapabilecekleri spor merkezlerine ihtiyaç var. Her gün 10 saat ağır şartlar altında sigortasız çalışan bir işçi bu parayı biriktirmek için en az 30 sene çalışmak zorunda..

Bu kadar büyük paraları dağıtırken yaşadığımız ülkenin şartlarını göz ardı etmesek; prim olarak dağıtabilecek ve bizim cebimizden çıkan kaynaklarımızı daha faydalı yerlere aktarabilsek..Türkiye'yi dışarıda temsil eden tüm başarılı insanlara da bir "onur madalyası" ya da ne bileyim benzeri manevi bir ödül verilse. Futbolcular çocuklarına kazandıkları bu başarıyı hatırlatacak manevi değeri çok yüksek ve gurur duyabilecekleri bir şey bırakabilseler.

Esas şunu merak ediyorum. "Çeyrek finale kaldığımız" için adam başı 300,000 ytl verilecekmiş; peki ya finale kalırsak hatta şampiyon olursak ne vereceksiniz?

Michelangelo'nun çok sevdiğim ve inandığım bir sözü var;
"Çoğumuz için en büyük tehlike hedefi yukarı çekip ulaşamamakta değil, çok aşağılarda tutup ulaşmakta."

16 Haziran 2008

Milli Maçtan sonra içimde kalanlar..!


Oldukça sıkıcı başlayan ama son 15 dakikada insana gerçekten heyecan ve zevk veren bir maç izledik dün gece..Oynadığımız kötü futbol ve son dakikada atılan bir gol ile buraya kadar geldiğimiz için açıkçası hiç ümidim ve en kötüsü de inancım yoktu yeneceğimize..Çekler 2-0 yaptığında o yüzden çok şaşırmadım..


Neyse yine biraz da şansın yardımı ile pek güzel bir oyun ortaya koyamayan milli takımımız ne yaptı ne etti Çekler'i 2-0'dan 3-2 yenmeyi başardı..Tabii ki son dakikalarda çok heyecanlandım ve maçın bitiş düdüğü ile derin bir oh çektim. Türkler için eğlenceli ve keyifli bir gece olurken, Çekler için gerçekten kötü bir son oldu...Buraya kadar sözüm yok ama maç bittikten sonra olanları anlamam ve kabul etmem mümkün değil.


Sanki Avrupa Şampiyonu olmuşuz gibi yollara dökülen insanlar, gecenin o saatinde hiç durmaksızın kornalara basan şoförler, bir gerekçe bulup biraz da içkinin etkisi ile kavga edebilen Türk erkekleri ve tabii elalemin uzaya gittiği bir çağda havaya ateş eden kör kütük cahiller..


Neden, neden, neden..? Neden hala silahla oynamanın, silahla hava atmanın, silahla sevinmenin, silahla erkek gibi hissetmenin APTALLIK olduğunu, cahillik olduğunu, kültürsüzlük olduğunu, bencillik olduğunu, başkalarını düşünmeden herkesin canını göz göre göre tehlikeye atmak olduğunu ANLAMIYORLAR...? Nihat orada golleri siz burada gelişigüzel ateş açarak kendi kendinizi tatmin etmeniz için mi attı? Siz havaya ateş açınca çok mutlu oldunuz, çok mu zengin oldunuz, Türkiye direk finallere mi kaldı, ne oldu?


Gece 24.00 civarında maç bitti. Ertesi gün işe gidecek olanlar, uyuyan bebekler, çocuklar, hastalar, yaşlılar olabileceğini bile bile gece 01:00'de hala kornalara basmak neden? Yapmayın demiyorum ama herşeyin bir zamanı yok mu ? İlk turu geçtiğimiz için tüm kurtlarını dökenler, olur da Avrupa Şampiyonu olursak ne yapacak, daha nasıl sevinecek? Yoksa milli tatil mi ilan edilecek?


Kısacası söylemek istediğim sevinmeyi bilmiyoruz, daha da kötüsü neye sevineceğimizi bilmiyoruz ! İlk turda elenmediğimiz için çok seviniyoruz..yollara çıkıp konvoylar oluşturuyoruz, bol bol gürültü yaparak ve havaya ateş açarak eğleniyoruz(!)


Ben ilk turu geçtiğimiz için sevindim ama zaten geçmemiz gerekiyordu..Bu kadar büyütülecek bir mevzu olduğunu sanmıyorum. Tabii ki son 15 dakikada 2-0'dan 3-2 yapabilmek inanılmaz bir şey ama maçın 2-0 olması da bizim kabahatimiz değil miydi..? Grubumuzdaki ülkelerin Türkiye'yi eleyecek güçleri vardı ama üstünlük onlarda değildi. Elenseydik kimse şaşırmazdı ama turu geçtiğimiz için de bu kadar abartmaya, bu kadar "görmemiş" olmaya da gerek yok..Kahramanlık türküleri ile beraber maçın son 15 dakikasına kadar yapılan yanlışları ve neden bu duruma düştüğümüzü de konuşsak..


Diyeceğim o ki; hele bir Hırvatistan'ı, Hollanda'yı, İspanya'yı bileğimizin hakkı ile, güzel futbol ile yenelim ondan sonra yollara çıkıp insan gibi(!) kutlayalım.

Pazar sabah kahvaltımızı mahveden Lluvia'ya gitmeden önce bu yazıyı okuyun...

Maçka Parkı'nın içinde yeşillikler ortasında çok hoş bir restoran Lluvia...Yolun aşağısında kaldığı için merdivenlerle inmeniz gerekiyor. Dışarıdan baktığınızda o kadar huzurlu ve o kadar şık görünüyor ki kayıtsız kalamadık. Bir pazar sabahı gazetelerimizle, sessiz ve uzun bir sabah geçirmek hevesi ile girdiğim Lluvia'da tam anlamı ile hayal kırıklığı yaşadım.

Nereden başlasam bilmiyorum ama gittiğimizde saat 10:00 civarıydı ve bu güzel yer nedense(!) bomboştu. Heralde Nişantaşı sakinleri geç uyanıyor diye düşünüp oturduk. İçeride yataktan yeni kalktıkları belli olan, yüzlerini bile yıkamamış, asık suratlı ve kirli restoran tişörtleri ile dolaşan 2 kişi vardı. Bir kişi de sabahın 10:00'u olmasına rağmen - üzerinde restorana ait bir giysi bulunmuyordu- camları silmekle ve bize bakmakla meşguldü. Madem camlar silinecek pazar günü insanların "şahane" kahvaltınızı tadmak için geleceğini bile bile neden erkenden halledilmez anlamıyorum?

Servis yapan görevlilerin asık suratı, bayan arkadaşın makyajsız ve bakımsız hali bir de üstüne giydikleri "kirli" tişörtlerini görünce zaten geldiğimize bin pişman olduk. Gittiğiniz çok lüks ve hoş bir restoranda size servis yapan görevlinin üstünün baştan aşağı lekelerle dolu olduğunu görürseniz o restoranın mutfağının ne kadar temiz olabileceğini düşünürsünüz???

Ortaya gelen serpme kahvaltı şekerlemiş iki çay kaşığı kadar reçelden, bir kibrit kutusu kadar beyaz peynirden oluşuyordu. Fazladan ısmarladığımız omlet muhtemelen yıkanmamış bir tavada,eski yağlarla yapılmıştı. O yüzden de çok ağır bir kokusu ve tadı vardı, yiyemedik..

Daha da kötüsü tüm bu kahvaltılıklarla bir şekilde karnımızı doyuralım, madem sipariş ettik parasını ödeyeceğiz bari yiyelim derken gördüğüm bir tablo ile iştahım tamamen kesildi. Oturduğum yerden yukarıdaki yolda adamın birinin şeffaf ve büyük bir poşet içinde sırtında buz taşıdığını gördüm, sonra bu adamın merdivenlerden inerek oturduğumuz restorana doğru geldiğini gördüm, "yok artık bu restoran buzlarını böyle dışarıdan poşetlerle taşımaz heralde" diye ümitlendiğim son anda o adamın ter içinde sırtında bir poşet buzla restorana girdiğine şahit oldum.

Bu kadar güzel bir restoran-cafe açmışsınız, güzel bir web sitesi yapmışsınız ne olurdu güleryüzlü, işini seven, sabah müşterileri gelmeden ortamı eksiksiz hazır eden, müşterilerini tertemiz kıyafetlerle, bakımlı, traşlı veya makyajlı karşılayan elemanlarınız olsaydı? Yapılan servisler önce göze doyurucu gelse, bol bol servis edilse, gelen yiyeceklerin temiz ve sağlıklı olduğundan emin olabilsek? Yiyemediğimiz bir kahvaltı için kişibaşı 25 YTL ödediğimizde en azından "değdi" diyebilsek..

Yani bizzat tecrübe ile yazıyorum bu Lluvia çok güzel görünüyor ama asık suratlı ve mutsuz insanların çalıştığı, aldığınız hizmete göre çok pahalı ve muhtemelen hijyene pek önem vermeyen bir yer..gitmek isterseniz ben mani olmayayım ama ben bir daha asla gideceğimi sanmıyorum.
Benim güzel bir pazar sabahımı sabote ettiler..!

12 Haziran 2008

"Sirk" and the "Tiki"


Günlerdir şişirilen, gazetelerin, dergilerin sayfalarını süsleyen son zamanların en "moda" filmi Sex and the City'i nihayet gördüm. Bir zamanlar televizyondan izleyerek sevdiğimiz ve gülerek takip ettiğimiz süper iyi arkadaşların hayatları acaba nasıl ilerlemişti, yoksa aynı yerde sayıp duruyorlar mıydı?

Maalesef aradan yıllar geçmişti ama kızlarımız aynı şeylere üzülmeye, aynı şeylere sevinmeye devam ediyorlar..Hayatlarında yine en önemli şey biri için "bilmem ne marka ayakkabı" ya da "bilmem ne marka çanta", bir başkası için "seks", ötekisi için "çocuk,aile" vs..vs..

Hikaye çok sıradan ve o kadar basit ki eminim en fazla 20 dakikada filmin hikayesine karar vermişlerdir. Dizinin başrol kahramanı Carrie ile on yıllık aşkı Mr.Big için daha iyi hikayeler, daha gerçekçi ve inandırıcı sebepler, daha yaratıcı bir son bulunamaz mıydı?

Film hiç şaşırtmadan, 30 dakikalık sabun köpüğü bir dizi tadında başlayıp bitiyor. Araya "zoraki" katılan bir kaç seks sahnesi o kadar yüzeysel ve o kadar zorlama olmuş ki, hani dizide oluyordu buraya da koyalım bir kaç parça demişler sanki..

Yapımcılar sadece film gösterimlerden para kazanmak istememişler olacak ki her sahneye bir "marka" bir "gizli reklam"alınmış. Evleri dışında geçen sahnelerin çoğu Starbucks'da geçiyor ve en az 5-6 sahnede kahramanlarımız ellerinde Starbucks bardakları ile görünüyorlar. Özellikle gösterilen bilmem ne marka ayakkabıları, elbiseleri ve gelinlik modellerini hatırlamıyorum bile..
Başroldeki yazar olan kahramanımız yardımcısına göstere göstere bir Louis Vuitton çanta hediye ediyor. Yan karakterler ünlü ve pahalı marka çantaların kiralandığı gerçek bir web sitesinden bahsediyorlar. vs.vs.vs...

Kısacası hayal dünyasında yaşayan, zengin, güzel, bakımlı ve zayıf kadınların sınır tanımayan arkadaşlıklarını anlatmaya çalışan ama araya kırık kalpler, kötü ilişkiler gibi soslar katılan eğlencelik ve hemen unutabileceğiniz türden bir film..

Başlıkta göreceğiniz gibi gösterilen dünya bir "sirk"e benziyor..çok renkli kişilikler, moda dünyası, pahalı zevkler, elbiseler, ayakkabılar,içkiler,kalabalık partiler ve çok gürültülü müzik müzik müzik..Nereye bakacağınızı bilemiyorsunuz.O kadar ki biz filmden çıktığımızda başımız ağrıyordu ve çok sıkılmıştık.

Bu arada sözlerimi bitirmeden filmi izlediğimiz salondan bahsetmem gerekiyor. Neredeyse tamamı kadın olan 50-60 kişi vardı. Bizim dikkatimizi tam önümüzde oturan ve salondaki herkesten çok eğlenen 8 adet türbanlı kız çekti..Başları "sıkmabaş" tabir edilen biçimde iyice kapanmıştı ancak hepsinin başında birbirinden renkli, allı güllü saten türbanlar vardı..önümüzde turuncudan mora kadar uzanan her renkten türbanlı ve yaşları 20-25 arasında değişen bu genç arkadaşların bu filme bu kadar ilgi göstermeleri, üstelik de hoşlarına gittiğini görmek bizi şaşırttı. Bu filme geldiklerinden babalarının ya da kocalarının haberi var mıydı acaba?

10 Haziran 2008

Sawyer seni seviyoruz ama Magnum yemiyoruz !


Ben de Digiturk sayesinde LOST fanatiği oldum ve her defasında aynı bölümleri tekrar tekrar izleyip duruyorum. Son iki senedir Lost'u seyrettiğim için Sawyer'ı çoook önceden keşfettiğimi de belirtmeliyim.

Algida Magnum reklamı için Sawyer'ı - biliyorum gerçek adı Josh Holloway- Türkiye'ye getirdiğinde medya için gerçekten iyi bir malzeme oldu. Daha önce Lost'u duymayan varsa artık kalmamıştır heralde. Tüm kanallar, hatta ana haber bültenleri bundan bahsetti, basın toplantısını gösterdi. Hem Lost hem de Sawyer için PR anlamında başarılı olduğunu kabul etmek gerek. Çünkü tüm haberlerde "bir dondurma markasının reklamında oynamak üzere" İstanbul'a geldiğini söyleyip durdular.

Öte yandan anladığım kadarı ile Magnum özellikle özgür ruhlu, kendine güvenen, bakımlı ve çalışan kadınları hedefliyor. Üstelik dondurma yemekten öte dondurma ile kendilerini tatmin eden kadınlar..(mutlu olmak için yiyen mutsuz kadınlar)

Reklam filminde de alışverişten dönen, elleri kolları çantalarla dolu bir kadının Magnum için neler yapabileceğini görüyoruz. Ben bu reklamı pek beğenmedim, üstelik "kadınları Magnum yemeye ikna edebilecek" harekete geçirecek bir yönünü de bulamadım.

Sawyer gibi bir malzeme varken neden bu adamı siyah takım elbise içinde görmek zorundayız? Reklamın tekrar tekrar izlenmesini sağlamak için Sawyer'in sadece gömleğini çıkarması yeterdi. Reklam kendini tekrar izlettirmek için bir hoşluk vermiyor. Sawyer'ın o meşhur saçlarını arkaya atması bile yok. Hınzır gülüşü yakalamak için çok dikkatli takip etmeniz gerekiyor. Oysa Sawyer bir deniz kenarında bir Magnum dondurmayı yeseydi çok daha izlenir olmaz mıydı?

Başroldeki kadın kahramanımız keşke bizden biri, bir Türk olsaydı..Eğer bu film sadece Türkiye pazarı için yapılıyorsa bu kadının bizim tanıdığımız, beğendiğimiz bir kadın olması daha etkili olurdu. Benim aklıma gelen Şebnem Dönmez oldu mesela..güzel, genç, başarılı, kararlı ve Sawyer'ı alt edebilecek kadar zeki...böylece reklam biraz daha inandırıc olabilir ve kendimizi "o kadının" yerine koyabilirdik.

Sonuç olarak ben bu kadar büyük bütçe ile yapılan bu reklam ve pr çalışmasının Magnum'dan çok Sawyer'a yaradığını düşünüyorum. Dondurma sever biri olarak beni Magnum yemeye ikna etmediğini de üzülerek söylemeliyim, ha belki hedef kitle değilimdir o ayrı :)

Magnum zaten ülkemizde tanınan ve bilinen bir marka.. Tam dondurma mevsiminin geldiği bu günlerde marka bilinirliği için değil satışlarını artırmak için bu reklamı yaptıklarını sanıyorum. Yine de emeği geçenlerin eline sağlık, çok yorulduklarından eminim. Ama söylemeden geçemeyeceğim; bizim reklam yazarlarımız çok daha yaratıcı, esprili, sadece Sawyer'ı değil reklamın hikayesini de konuşturabilecek daha güzel bir senaryo yapabilirler(di).

9 Haziran 2008

Herşeyi bilen adam "Sunay Akın"


En büyük hayranlarından biri benim annem..ne zaman bir yerde rastlasa mutlaka o kanalda durur, izler ve bana bilmem kaç bininci kez "biliyor musun bu adamın bir de oyuncak müzesi varmış" der. Hiç bıkmadan, usanmadan aynı cümle kimbilir kaç kez tekrarlanmıştır bizim evimizde. Biraz da annemin katkısı ile biz Sunay Akın'ı seven, izleyen ve okuyan bir aileyiz.

Sunay Akın deyince benim aklıma herşeyi bilen, kimsenin göremediği detayları gören, öğrendiklerini asla unutmayan şahane bir bellek geliyor. Mesela O, matematikte "olamayana ergi" diye bir method olduğunu, II.Selim döneminde Sumatra adasına Türkler'in gönderildiğini ve burada Türk döküm ustalarının bir top döktüklerini, üstüne de padişahın tuğrasını koyduklarını biliyor..Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında üstelik cephedeyken "Çalıkuşu" romanını okuduğunu biliyor. Şu anda Sakıp Sabancı Müzesi'nin bulunduğu Atlı Köşk'e adını veren bahçedeki muazzam at heykelinin 1864 yılından bugüne başına nelerin geldiğini ve kimlerin bahçelerini süslediğini biliyor. Düğünlerin vazgeçilmez dans müziği "La Cumparsita"nın 1917 yılında Uruguaylı bir müzisyen tarafından bestelendiğini de biliyor.
Beni daha çok şaşırtan ve hayranlık uyandıran özelliği ise bildiği tüm bu şeyleri unutmaması, her daim hatırlaması ! Ağzınızdan çıkan bir cümle ya da bir kelime bütün bunları hatırlamasına yetiyor. Anlatmaya başladığında nerede bitireceğini, konuların nereden nereye varacağını kestiremiyorsunuz.
TV8'de Pazartesi akşamları canlı yayınlanan bir programı var Sunay Akın'ın... Her programda sürekli ekranlarda görmeye alışık olmadığımız, dolayısı ile de görmekten bıkmadığımız sohbeti tatlı insanları konuk ediyor. Yeni birşeyler öğrenmek, bazen bir şiir dinlemek, şaşırmak ve anlamlı sohbetler dinlemek isterseniz mutlaka izleyin.
Sunay Akın; İstanbul'un en iyi semtlerinden birinde ailesinden kalan bir köşkü "Oyuncak Müzesi" haline getirecek kadar duygusal, doğduğu ve büyüdüğü toprakları unutmayacak kadar vefalı, aslında hepimizin bilmesi ve görmesi gerekenleri farkedebildiği için şanslı, bütün bildiklerini bizimle paylaşmayı sevdiği ve istediği için iyi yürekli bir insan...

6 Haziran 2008

Göbeği ata ata, Uludağ Limonata..!


Son zamanlarda aslında yazmak istediğim ama bir türlü vakit bulamadığım bir çok konu var aklımda..Umarım hepsini sırası ile önümüzdeki günlerde sizlerle paylaşacağım. O yüzden bugün biraz hızlı ve kısa bir yazı ile sesleneceğim.

Arabada giderken özellikle radyo reklamlarını dinlemeyi severim ben..kim ne yapmış, ne söylemiş ilgimi çeker. Özellikle sabahları Radyo N101'de Cem Ceminay in the Morning programında yapılan advertorial reklamları dinliyorum. Bu aralar -sırası gelmişken- reklam yapmaktan program yapamadıklarını da belirtmek isterim. Üst üste o kadar çok markanın reklamlarını almışlar ki yol boyunca eskisi gibi gazete haberlerini, gündemi kendi üslupları ile eleştirmeye zamanları olmuyor. Mecburen reklamını yapmak zorunda oldukları firma ve sektörlerle ilgili konuları konuşuyorlar.

Cem Ceminay'ın programını geçen sene keşfedip, kendisine ilk advertorial reklamlardan birini veren reklamverenlerden biri olarak naçizane tavsiyem; programınızı sadece advertorial reklam yapılan bir programa dönüştürmeden, az sayıda ama sizi ve dinleyicilerinizi sıkmayacak ürünlerin tekliflerini kabul edin..Ben artık siz reklama başladığınızda kanal değiştirmeye başladım, ben sizi dinleyip gülmek ve magazin haberlerini öğrenmek istiyorum. Siz bana "diş minelerinin asitten eridiğini" anlatıyorsunuz...Elbette daha çok "para kazanmak" istiyorsunuz ama bunu yaparken dinleyicilerinizi kaybedebilirsiniz.

Öte taraftan bugünlerde en çok hoşuma giden ve eşlik ettiğim bir reklam var : Göbeği ata ata, Uludağ limonata...kulaklarımızın alışkın olduğu bir roman havası üzerine ürünle ilgili sözler yazılmış. Melodi çok hareketli ve nakaratlar da çok tekrar edildiği için hemen dilinize yapışabiliyor. Söylemek istediğim reklam eğlenceli, dinletiyor ve tekrarlatıyor ama ikna ediyor mu emin değilim..Ben "komik" şarkı sözlerini söylemeyi seviyorum ama henüz Uludağ Limonata'yı tadmadım. Belki bir yerde rastlarsam denemek isterim. Uludağ Limonata yetkililerinin neden "göbek ata ata" limonata içmek isteyeceğimizi düşündüklerini merak ediyorum, yoksa bu ürünün hedef kitlesi sadece Sulukule ve Kumkapı mı ?..

3 Haziran 2008

Kanlıca'da İkinci Bahar esintisi..


Ne zamandır methini duyduğum ama web sitesi olmayan küçük bir restorandan bahsetmek istiyorum sizlere.. İşyerim Kavacık'da ve maalesef öğle tatilleri için pek bir alternatifimiz yok. Her yere uzak olmamıza rağmen geçtiğimiz Cuma günü Kanlıca'ya gitmeye karar verdik. Kanlıca meydanında otobüs durağından hemen sonra ilk sağdaki daracık bir sokağa girdiğinizde en fazla 10 metre ötenizde İkinci Bahar'ın güzel bahçesini farkediyorsunuz. Çok güzel eski bir İstanbul sokağında çok şirin, ufak ve temiz bir restoran İkinci Bahar..

Menüsünde çok çeşitli seçenekler var ama inanın hepsi gerçekten çok lezzetli. Menüde bulunsun diye konmadıkları, işin ustaları tarafından pişirildikleri çok açık. Lezzetli et ve kebap çeşitleri, makarnalar ve mantı, yaprak sarma gibi özel ev yemekleri...Üstelik fiyatları da pahalı değil. Restoranın sahibi de çok güleryüzlü ve tüm müşterileri ile yakından ilgilendi. Biz de "gülmeyi bilmeyen dükkan açmasın" sözünü onaylamış olduk.

İkinci Bahar'ın kötü denilebilecek tek özelliği biraz küçük olması..Biz gittiğimizde bahçede son bir masa kalmıştı, yoksa içeride oturmak zorunda kalacaktık ki bu durum güzel bir yaz günü şirin bir bahçe gözünüzün önünde dururken kimsenin hoşuna gitmez. Bahçesi en fazla 35-40 kişilikti sanırım ve biz oradayken tamamen dolu idi.

Sonuç olarak biz oraya sık sık gitmeye karar verdik. Eğer gidebiliyorsanız sevdiğiniz iş arkadaşlarınızla öğlen yemeğinizi bir gün mutlaka burada yiyin. Kavacık için biraz uzak kalsada inanın gitmeye değecek bir yer..!

30 Mayıs 2008

Siz siz olun işini iyi yapmayan firmalara prim vermeyin !


Maalesef hep başımızdan geçen iyi şeyleri anlatmayacağım, bu defa da gerçekten bana fenalık getiren bir "promosyoncu" hakkında yaşadıklarımı anlatmak istiyorum.

Türkiye'de özellikle promosyon sektöründe binlerce şirket var. İşim gereği bugüne kadar şapkadan, araba kokusuna, oto güneşlikten cam bardaklara kadar çok çeşitli promosyon malzemeleri yaptırdım. Promosyon yaptırma aşamasında iseniz ilk önce farklı firmalardan numune toplamanız ve fiyat & kalite karşılaştırması yapmanız gerekir. Numuneleri incelersiniz, ihtiyacınıza en uygun ürünü ve modeli seçersiniz, fiyat konusunda anlaşırsınız ve siparişinizi verirsiniz.

Anladığım kadarı ile promosyon firmalarının en büyük problemi "numune göndermek." Birçoğu numune göndermeden, katalogdan ya da internet üzerinden seçim yapmanızı bekliyor..? Bu şekilde sipariş verebilen firmalar var mı bilemiyorum ama ürünü elinize almadan, sağını soluna bakıp kalitesini görmeden sipariş verebilen bir profesyonel hayal edemiyorum.

Size numune göndermeyi kabul eden şirketler için ikinci problem bu defa "kargo bedelini kimin ödeyeceği" oluyor. Örneğin, 5,000 adet kupa-fincan yaptıracaksınız ve promosyon firmasından örnekler istediniz. Bu işin toplam maliyeti nereden baksanız en az 5,000 ytl civarında olacak. Ama üretimi yapacak olan firma gönderdiği numune ürünleri ödemeli olarak size gönderirse ne düşünürsünüz? Kargo bedeli en fazla 30 ytl bilemediniz 40 ytl olacak..

Firmanın gönderdiği promosyon malzemelerini beğenmeyeceksiniz, ama bu ürünleri "incelemek" için 40 ytl kargo ücretini siz ödeyeceksiniz, e tabii alınan numunelerin iadesi de var. İade için de kargoya bir 40 ytl daha ödeyeceksiniz. Bunu "potansiyel" bir müşteriden beklemek ve istemek ne kadar mantıklı ???

Sonuç olarak bunları neden yazıyorum? Maalesef 5,000 adet buzdolabı magnetini uygun fiyata, bir hafta içinde üretebilecek, sistemli ve müşteri ilişkileri yeterince iyi bir firma bulamadık da ondan..!

Ben "potansiyel müşteri" kendi ayakları ile kapısına geldiğinde "hoşgeldiniz" diyen, yaptığı işi en iyi daha önceki işlerin numunelerinin anlatacağını bilerek hiç sorun etmeden ve ikiletmeden numunelerini size gönderen, "ödeme gelmezse ürünleri teslim etmeyiz" gibi bir cümleyi ilk görüşmenin 5.dakikasında söylemeyen, telefonda sizi bekletmeyen, siz telefonda beklerken sakız çiğnemeyen, çalışma arkadaşlarına "ablacım baksana gelmiş mi" demeyen insanların çalıştığı, ürünlerinizin düzgün ve hasar görmeden size teslimini sağlayan ve bundan emin olmak isteyen gerçekten işini hakkı ile yapan ve hakkı ile para kazanan promosyoncular arıyorum.

Ha ben bütün bunları niye yazdım, aslında çok basit, kısa ve öz bir cümle ile anlatabilirdim. Buzdolabı magneti yaptırmak isterseniz magnetci.com (212 613 50 81) ile çalışmayın yeter !

29 Mayıs 2008

Bu dergiyi açken okumayın !




Bugünlerde birazda işlerim gereği piyasada ne kadar gezi, eğlence, gece hayatı vb dergi varsa hepsini incelemek durumunda kaldım. Bu nedenle yazdığım yazıların kaynağını da bu dergiler ve kitaplar oluşturuyor.

Bu defa size bahsedeceğim yeni bir dergi La Cucina Italiana...İtalya'nın bir numaralı yemek dergisi Haziran sayısı ile ilk kez Türkiye'de satışa sunulmuş. Dergi ne çok kalın ne çok ince. Bana göre tam olması gereken ölçülerde. İçinde gereksiz reklamlar ve her sayı tekrarlanan alıntı çeviriler yok. En az 35-40 adet farklı ama kolay yemek tarifi var..Hepsi resimleri ile beraber oldukça açık ve net açıklanmış. Kullanılan malzemeler bol bol sebze ve peynir çeşitlerinden oluşuyor.

Ben bir öğlen molası sırasında bu dergiyi okudum ve "Bir İtalyan Efsanesi:Makarna" sayfalarında dakikalar geçirdim. Makarna çeşitleri ve tavsiye edilen pişirme tarifleri ile en çok bu sayfalar hoşuma gitti. Hepsi çok kolay ve evde yapabileceğiniz tariflerdi. Bu sayfalarda en az 10 adet farklı makarna tarifi bulabilirsiniz.


Elbette bir İtalyan dergisinde olması gereken bilgilendirici sayfalar da mevcut. Parmesan peyniri hakkında bilmek istediğiniz tüm detaylar iki sayfada uzun uzun anlatılmış. Öte yandan benim için en romantik şehir olan Roma'da çok keyifli bir şekilde tanıtılıyor. Gezilecek yerler, tavsiye edilen lokantalar ve oteller hakkında verilen özet bilgiler gayet hoş görünüyor. Ben bu Roma sayfalarını gelecek güzel günler için saklamayı düşünüyorum :)


Artık alıştığımız ve her sayısında aynı şeyleri tekrarlayan yemek dergileri yerine dünya mutfaklarını öğrenmek isterseniz ben size La Cucina Italiana'yı bir görün derim. Tabii bu derginin ilk sayısı olduğu için biraz fazla özen gösterilmiş olabilir, bundan sonraki sayılarda da aynı kaliteyi sürdürmeye kararlı olup olmadıklarını bekleyip göreceğiz.


Son söz olarak "İtalyanlarla" "İtalyan Mutfağı" hakkında çalışmak çok keyifli olsa gerek !..

28 Mayıs 2008

Hayatınızı kolaylaştırmak için Mobile Yellow Pages'i deneyin !


Geçtiğimiz kış bizzat başıma gelen gerçekten yaşanmış bir şey anlatmak istiyorum sizlere...Annem maalesef bu kış uzun süren bir rahatsızlık geçirdi ve yine uzuuuun bir süre evde istirahat etmesi gerekti. Ben de elimden geldiğince o'na bakmaya gayret ettim. Neyse, annemin evde yattığı ve pek iyi olmadığı bir Cumartesi günü o'nun tahlil sonuçlarını almak ve doktoru ile görüşmek üzere hastaneye gitmiştim. Hava inanılmaz soğuk ve o sabah lapa lapa kar yağmaya başladı. Hastanede geçen bir saatten sonra Bağdat caddesinde yağan karın da katkıları ile müthiş bir trafiğe yakalandım. Annem evde yatıyor, evde yemek yok, anneme gelirken ben sana "balık" getireceğim dedim,vs..vs..Saatler ilerledikçe ve ben arabada oturdukça annemi daha fazla bekletmemek için aklıma süper bir fikir geldi. Ben yoldayken restoranı arayıp sipariş versem, ben oraya gidene kadar "balıklar" pişirilse ve ben hiç beklemeden "balıkları" alıp anneciğime koşsam..) Balık alabileceğim yolumun üzerinde bir restoran var ama ben oranın telefon numarasını elbette bilmiyorum !

Pek kullanmamış olmama rağmen hadi göster kendini gprs diyerek hemen cep telefonumdan internete bağlandım. Yaptığım ilk iş google.com'a girmek oldu. Bir cep telefonundan Google'da bir balık restoranı aramak bu kadar zor, bu kadar yıpratıcı ve bu kadar uzuuuuun olabilirdi. Alakasız sitelere mi girmedim, saçma sapan numaralar mı bulmadım..bir de bu numaraları araba kullanırken aklımda tutmaya çalışmam gerekiyor orası ayrı..))

Sonuç olarak tabii ki aradığım restoranı bulamadım, balık siparişi veremedim, üstüne üstlük en az 30 dakikamı gprs'de harcadım (faturamı nasıl yansıdığını tahmin edin) eve gittiğimde saat 16:00 civarıydı ve annem aç bilaç beni bekliyordu...

İşte o zaman Mobile Yellow Pages'in hayatımı ne kadar kolaylaştıracağını ve ne işe yarayacağını anladığım gündür..İşte aynı işlemi Yellow Pages ile sadece 45 sn'de yapmak :
- cep telefonumdan internete girdim ve
http://www.yellowpages.com.tr/ adresine girdim.
- ekran cep telefonları için özel adapte edilmiş, sağ-sol-yukarı-aşağı tuşları ile oynamanıza gerek yok, bu en güzel özellik.
- balık restoranının adını yazdım ve ara dedim
- aradığım restoran tam karşımda, adresi ve telefonu var ama durun daha bitmedi
- üstüne tıkladığımda bu restoranın telefon numarasını tek tuşla "rehbere ekle" ya da "hemen ara" seçenekleri sunuluyor...yani telefon numarasını aklınızda tutmak ya da bir yere yazmaya çalışmak zorunda değilsiniz.

İşte bu yüzden ev veya ofis dışında ihtiyacınız olan bir numaraya ulaşmak için Mobile Yellow Pages'i deneyin diyorum. Aradığınızı bulmak çok kısa sürdüğü için faturanıza da çok az bir bedel yansıyacak.

Yellow Pages'in kullandığı bir slogan var, benim hoşuma gitti size de duyurmuş olayım. Aramayın;bulun !