31 Ekim 2008

Türk filmlerine ihmal etmeyin..)











Son zamanlarda oldukça iddialı ve iyi oyuncuların yer aldığı Türk filmleri vizyona girmeye başladı. Etrafımda ne zaman sinemaya gitmek konuşulsa maalesef nedense herkesin tercihi klasik yabancı filmlerden yana oluyor..aynı veya benzer kahramanlık-savaş-aşk hikayelerinin anlatıldığı Amerikan filmlerine gitmeye doyamıyoruz ama sıra bizim kendi yönetmenlerimize, kendi hikayelerimize gelince kimse ilgi göstermiyor. Arkadaşlarımla sinema seçimi konusunda kesinlikle pek anlaşamıyorum. Çünkü ben popüler ve gereğinden fazla şişirilmiş şeylere karşı biraz mesafeliyimdir..bunların yerine sevdiğim ve beğendiğim Türk yönetmenlerini, Türk oyuncularını takip ediyorum.

Yani söylemek istediğim bizim hikayelerimizi izlemekten ve yapılan çalışmaları desteklemekten yanayım. Biliyorsunuz Üç Maymun filmi Cannes'da ödül aldı. Hangimiz merak ettik ve bu filme gidilmesi gerektiğini düşündük? Peki ya Altın Portakal'da Nurgül Yeşilçay'a ödül kazandıran Vicdan filmini, şimdiye kadar hiç bilmediğimiz tarihi bir gerçeği anlatan Devrim Arabaları'nı, Altın Portakal'da en iyi film ödülünü kazanan Pazar-Bir Ticaret Masalı filmini..Şu anda tüm medyanın da katkısı ile ilgi odağı olan Mustafa filmi de var elbet..

Bu filmlere de ilgi gösterin arkadaşlar..inanın içlerinde gerçekten çok başarılı işler yapan, çok iyi oyunculuklar, iyi müzikler, iyi bir senaryo mutlaka bulacaksınız..Bir filmin güzel olması için çok fazla gürültüye, çok paraya, çok reklama, çok ünlü oyunculara hiç gerek olmadığını anlayacaksınız!

30 Ekim 2008

Sabiha Bengütaş'ı tanıyor musunuz..?


Dün akşam televizyonda gördüğüm bir reklamda Atatürk'ün 1923 yılında söylediği şu sözü gördüm: "Dünyada medeni olmak, ilerlemek ve olgunlaşmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir. Abidelerin şuraya buraya tarihi hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler, din hükümlerini gereği gibi araştırıp incelememiş olanlardır."

Bu sözden sonra da ilk Türk kadın heykeltraşın Sabiha Bengütaş olduğu söyleniyordu. İşte o zaman aklıma geldi. Biz ne kadar az şey biliyoruz, ne kadar çok şey kaçırıyoruz..
Gördüğüm reklam Anadolu Hayat Emeklilik'e aitti. Böyle özel bir günde yaptıkları bu anlamlı çalışma için tüm emeği geçenlere, bu fikre sahip çıkanlara çok teşekkürler..

Sayelerinde merakım depreşti bir araştırma yaptım, internetteki diğer sitelerden alıntı yaparak sizlere Cumhuriyet kadınlarını tanıştırmak istiyorum. Belki içimizden biri de başka bir "ilk" olma ünvanını yakalar, ne de olsa daha yapılacak çok şey, aşılacak çok engel var..!

İlk alfabenin yazarı: Melahat Uğurkan
İlk avukat: Süreyya Ağaoğlu
İlk bakan: Prof. Dr. Türkan Akyol
İlk başbakan: Prof. Dr. Tansu Çiller
İlk belediye başkanı: Müfide İlhan
İlk büyükelçi: Filiz Dinçmen
İlk Danıştay Başkanı: Füruzan İkincioğulları
İlk Danıştay üyesi: Şükran Esmerer
İlk diş hekimi: Ferdane Bozdoğan Erberk
ilk doktor: Safiye Ali
İlk dünya güzeli: Keriman Halis
İlk eczacı: Rukiye Kanat Arran
İlk emniyet müdürü: Feriha Sanerk
İlk hakim: Suat Berk
İlk hazine genel müdürü: Aysel Gönül Öymen
İlk hemşire: Esma Deniz
İlk hesap uzmanı: Müşerref Çallılar ve Güzide Amark
İlk heykeltıraş: Sabiha Bengütaş
İlk hukukçu: Beraat Zeki Üngör
İlk jet pilotu: Leman Altınçekiç
İlk karakol amiri: Nevlan Kulak
İlk kaymakam: Özlem Bozkurt
İlk kimyacı: Remziye Hisar
ilk makinist: Seher Aytaç
İlk milli eğitim müdürü: Güler Karakülah
İlk milli maç hakemi: Lale Orta
İlk muhtar: Gül Esin
İlk müzeci: Seniha Sami
İlk opera sanatçısı: Semiha Berksoy
İlk orman mühendisi: Binnaz Zehra Sert
İlk otomobil yarışçısı: Samiye Morkaya
İlk petrol mühendisi: Halide Ural Türktan
İlk pilot: Sabiha Gökçen
ilk polis memuru: Betül Diker
İlk profesör: Dr. Fazıla Şevket Giz
İlk radyo spikeri: Emel Gazimihal
İlk savcı: Tüzünkan Koçhisaroğlu
İlk sayıştay üyesi: Fehrunisa Etmen
İlk senatör ve elçi: Adile Ayda
İlk sendika başkanı: Dervişe Koç
ilk subay: Ülkü Sema Toksöz
İlk TBMM başvekili: Neriman Neftçi
İlk Türkiye güzeli: Feriha Tevfik
İlk TV spikeri: Nuran Devres
İlk vali: Lale Aytaman
İlk veteriner: Sabire Aydemir
İlk yargıtay üyesi: Melahat Ruacan
İlk yüksek mahkemesi başkanı: Firdevs Menteşe
ilk yüksek mimar: Münevver Gözeler
İlk yüksek mühendis: Sabiha Ecebilge
Cumhuriyet tarihinde ilk kez sahneye çıkan kadın sanatçı Bedia Muvahhit..




28 Ekim 2008

Bayramınız Kutlu Olsun..!

Güzel ülkemin güzel topraklarında daha aydınlık günlerde ve daha modern bir dünyada temiz ve güzel yürekli insanlar ile huzur ve barış içinde yaşamak dileği ile..nice seneler !
Mustafa Kemal Atatürk'ün yıllar önce dediği gibi "Hedefe yalnız çocukları yetiştirmekle ulaşamayız. Çocuklar geleceğindir... Fakat geleceği yapacak olan bu çocukları yetiştirecek analar, babalar, kardeşler hepsi şimdiden az çok aydınlatılmalıdır ki yetiştirecekleri çocukları bu millete ve memlekete hizmet edebilecek, yararlı olabilecek şekilde yetiştirsinler."

Yine Atatürk'den; "Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."

1923 yılında söylediği şu sözlere bakın;
"Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir."

Bundan neredeyse 100 yıl önce söylenen bu sözler nasıl bir öngörünün, nasıl bir vizyonun, nasıl bir zekanın ürünüdür artık siz karar verin..

Killing me softly..!

Hafif bir gerilim havası, sonunda ise sürpriz bir final..bugün bahsedeceğim filmin orjinal adı "Killing Me Softly" yani "beni yavaş yavaş öldür" gibi birşey..Londra'da geçen bu İngiliz filmi 2002'de çekilmiş belki sinemalarda gösterilmiştir ama ben hatırlamıyorum. Soğuk bir kış günü tesadüfen tanışan Alice ve Adam'ın hikayesi..

Başrollerinde isimlerini şimdi hatırlayamadığın ama simalarını mutlaka hatırlayacağınız 2 kadın oyuncu ile yine adını bilmediğim ama görür görmez tanıdığım yakışıklı bir aktör oynuyor. The Tudors dizisini seyredenler varsa oradaki yakışıklı Suffolk Dükü (Henry'nin kızkardeşinin kocası aynı zamanda) bu filmde başrolde oynuyor.


Filmde arızalı bir aşk ilişkisinin yarattığı şüpheler ve bu şüphelerin yol açtığı tehlikeli ilişkiler konu edilmiş. En baştan itibaren her an biri ölecekmiş gibi bekliyorsunuz ama sonunda sürpriz bir final var, onu da söylemeyeyim artık:-)

DVD'si varsa soğuk bir kış akşamında izlemek için ideal..Digiturk varsa bu sıralar Moviemax'de gösteriliyor..

Cumhuriyetimize Nice Seneler..!

Merhabalar..maalesef benim de sizler gibi "sürpriz" olarak öğrendiğim bir şekilde blog sayfaları bir süreliğine nedensiz ve gerekçesiz kapatılmıştı. Öğrendiğim kadarı ile Lig TV'nin açtığı bir dava nedeni ile problem yaratan blog değil tüm blogların kapatılması gibi adil(!) bir karar verilmiş. Pazar akşamı blog sayfalarımı düzenlemek için girmek istediğimde "Diyarbakır 1.Sulh ve Ceza Mahkemesi tarafından yasaklanmıştır" mesajını gördüğümde ne kadar şaşırdığımı tahmin edin..)

Sonuç olarak bu haksız uygulamanın kısa sürede çözülmesine memnun kaldık ama tekrarlanmamasını dilemekten başka elimizden birşey gelmiyor..



Bu vesile ile Cumhuriyetimizin 85.yılı kutlu olsun!


Akıllı, sağduyulu, hoşgörülü, temiz kalpli, dürüst, namuslu, zihni ve vizyonu açık, çalışkan ve gururlu Türk milleti ile nice senelere..Mustafa Kemal Atatürk sayesinde geldiğimiz bu günlerin değerini bilerek, kendimize modern dünyayı örnek alarak sonsuza kadar ayakta kalmasını tüm kalbimle diliyorum.


Biz göremeyeceğiz ama torunlarımız Cumhuriyetimizin 185.yıl kutlamalarına huzurla ve gururla katılacaklardır...

22 Ekim 2008

Bugün hayal kurmak istiyorum!


Bugün yazı yazmak istemiyorum nedense...birkaç farklı konuda denedim ama devamını getiremedim. İzninizle ve müsaadenizle bugün yazı yazmayacağım..fotoğrafta gördüğünüz o ağacın altında sohbet edenlerden biri olduğumu ve akşam olduğunda diğer fotoğrafta gördüğünüz evime gideceğimi hayal edeceğim:)))

Not1: Bu arada insanın kendi kendinin patronu olması müthiş birşey..canınız istemiyor ve sırf bu nedenle yapmanız gereken bir işi yapmıyorsunuz. Yani eğer ben başka bir yerde ücret karşılığı yazıyor olsaydım ne yapar ne eder canım istemese bile bir yazı döktürürdüm muhakkak. Hergün birşeyler yazmak, hele hele belli bir uzunlukta olmasını düşünmek gerçekten zor olsa gerek!

sevgiler...

21 Ekim 2008

Portakal ağacı meyvelerini verdi..!

İşim gereği her türlü organizasyona ilgi duyuyorum. Günün birinde festival ve benzeri organizasyonların birinin içinde olmayı çok isterim. Bu işi iyi yaptığımı düşünürsek hem kendimi göstermek hem de böyle bir tecrübe yaşamak için gönüllü bile olabilirim.

Neyse konumuz bu değil elbette..Altın Portakal'dan bahsedeceğim. Herşeyden önce ülkemizde yıllardır varolan bu organizasyonu ilk olarak hayata geçiren ve günümüze kadar ısrarla gelmesini sağlayan herkese çok teşekkürler. Ülkemizde maalesef bu tür ödüller pek uzun soluklu olmuyor ya da verilmiyor. Ne olursa olsun, kim olursa olsun belli sanat dallarındaki insanların bu şekilde motive edilmesi ve bu heyecanı yaşayabilmeleri gerçekten takdire değer..

Tüm dünyada ses çıkaran Oscar, Emmy, Golden Globe, Cannes gibi ödüllerden sonra ülkemizde de sinema, tiyatro ve müzik gibi alanlarda başarılı olmuş insanların ödüllendirildiği festivallerin düzenlenmesi kültür dünyamız için çok ciddi bir adım. Umarım, Altın Portakal da yıllar boyunca her yıl daha güzel ve daha başarılı bir biçimde devam eder.

Kim ne derse desin Türkiye'de Altın Portakal ödülü almak önemlidir. Türkiye'nin kalbi orada atmasa da herkes merak eder, aday olmak da ödülü almak kadar heyecan verici olmalı. Festivalde filmlerinizin gösterilmesi, ülkenin önde gelen yönetmenleri ve oyuncularının bir arada olması kulağa hoş geliyor..

Her yıl her festivalde olduğu gibi mutlaka jüri dedikoduları çıkar, jüri eleştirilir..Jüri olmak zor iştir aslında. Eğer objektif kalabiliyorsan ve oyuncuların kara kaşlarına kara gözlerine oy vermiyorsanız yani sonuçta içiniz rahatsa keyifli bir iştir de aslında. Eleştirilere karşı kararınızın arkasında durabiliyorsanız hiç problem değil jüri olmak.

Son zamanlarda en iyi kadın oyuncu ödüllerini alan oyuncuları aklımdan geçiriyorum; Hande Ataizi, Vildan Atasever, Özgü Namal, Saadet Işıl Aksoy ve Nurgül Yeşilçay. Hepsi genç hepsi sanki(!) sıra ile ödüllerini alıp geçiyorlar kenara..Bu sene Nurgül Yeşilçay'ın ödülü alacağı çok belliydi. O kadar çok laf edip, o kadar çok almak istediğini söyledi ki eminim jüridekiler çaresiz kalmışlardır.

Nurgül Yeşilçay'ın iyi bir oyuncu olduğuna inanıyorum.Geçen sene aday olduğu Yaşamın Kıyısında filmini gerçekten beğenmiştim. Belalı Baldız dizisinde de çok eğlenceli idi. Aldığı ödülü hak ettiğine de inanıyorum. Ama ödülü aldığında "bu muymuş" demesi gerçekten bu kadar çok istediği ve hayalini kurduğu şeyin tadını kaçırmadı mı? Keşke bu ödül hakkında çok ve boş konuşmasaydı da şimdi aldığı ödülün tadını tam olarak çıkarsaydı. Geçen senelerde "yerim portakalını" diye sözüm ona dalga geçersen, sonra da bu ödülü almak için neredeyse yalvarır duruma gelirsen aldığın ödülden çok işte maalesef bunlar konuşulur:-)

Böyle büyük bir festivali organize etmenin ne demek olduğunu tahmin edebiliyorum. Mutlaka eksikleri ya da hataları vardır. Ne olursa olsun emeği geçen herkesi kutlamak lazım, herkesin eline sağlık!

Bu arada bize de düşen şu; Altın Portakal'da ödül alan ya da aday olan filmleri izlemek ve bu ödülün değerini herkesin gözünde artırmak !!!

20 Ekim 2008

Sevgilinizi sıkmak istiyorsanız bu filmi o'na mutlaka izletin !




Size bu haftasonundan haberlerim var..Öncelikle yine bir filmden bahsetmek istiyorum. Orjinal adı "Elegy" ama Türkçesi sanırım "Aşkın Peşinde"

Başrollerde Penelope Cruz ve Ben Kingsley var..Penelope Cruz'un ismi ile tamamlanan farklı bir güzelliği ve cazibesi var..Herşeyden önce sıradan sarışın bir Amerikalı değil. Amerika'da tutunabilmiş bir İspanyol. 34 yaşındaki güzel oyuncu 18 yaşından beri bu sektörün içinde güzel işlerde bulunmuş. Bu filmde de Penelope'nin duru ve çekici güzelliğine tanık oluyoruz. Kadın hoş bunu kabul etmek lazım:)

Filmde aşk yaşadığı yaşlı(!) profesörü Ben Kingsley canlandırıyor. Bu adam çok iyi bir oyuncu olabilir belki ama Penelope'nin yanında o kadar yaşlı ve çirkin kalıyor ki o kadının bu adamla ne işi var diye düşünmeden edemedim. Adam ne çok zengin, ne çok yakışıklı, ne çok romantik, ne çok duygusal ne de çok seksi..sıradan hatta bazı takıntıları ve kıskançlıkları olan yaşlı bir adam!

Hikayeyi ise hiç ama hiç sevmedim. Adamın soğuk ve anlamsız tavırlarına dayanamayan Consuela (Penelope Cruz oluyor kendisi) adamdan nihayet ayrılır. Yıllar boyunca hiç birbirlerini aramazlar, görüşmezler ama hala seviyorlardır. Sonra birgün Consuela adamı arar. Neden? Çünkü hastadır ve son günlerinde adamı yanında görmek ister. Kasvetli, sıkıcı bir hikaye..

Romantik filmleri ve aşk filmlerinde ağlamayı seviyorsanız belki hoşunuza gider. Ya da en azından Penelope Cruz'un güzelliğini görmek için seyredebilirsiniz. Ama sevgilinizi seyretmeye zorlamayın, hiçbir erkeğin bu hikayeden ve filmden hoşlanabileceğini sanmıyorum. En azından benim tanıdıklarımın:-)

17 Ekim 2008


Eğer bugüne kadar tanışmadıysanız veya duymadıysanız çok şey kaçırmışsınız. Size Dr.Gregory House'dan bahsediyorum..Son 2-3 senedir DiziMax aracılığı ile tiryakisi olduğum HOUSE dizisinin biricik dehası:-)


Bu yazıyı yazmamın nedeni dün akşam 4.sezonun son bölümünü ağlayarak izlemiş olmam. Sanırım dizinin şimdiye kadar tüm sezonlarını eksiksiz izlemişimdir. Bilmeyenler için House'ı biraz anlatmak istiyorum.


Princeton'da bir hastane..Başında Doktor House'ın olduğu doktorlardan oluşan bir özel bir ekip. Çözülemeyen, anlaşılamayan hastalıkları çözmek ve insanları hayata döndürmek onların işi..Elbette esas deha Doktor House'da. Hiç beklenmedik şekilde ve hiç akla gelmeyen yöntemlerle hastalıkların nedenini çözüp;teşhisini koyuyor. Ekibindekilere de o'nun söylediği tedaviyi uygulamak kalıyor. Ama hastalığın nedenini bulana kadar hasta üzerinde denemedikleri şey kalmıyor, dizinin sonuna kadar heyecanla acaba ne olacak diye bekliyorsunuz..Dizinin kahramanı Doktor House, hiçbirimizin pek sevemeyeceği derece soğuk, kaba ve açıksözlü. Hiç söylenmemesi gerekenleri pat diye söylemekten mutlu olan, fazlası ile patavatsız ve kuralları yok sayan ve kuralların çiğnenmesi için teşvik eden bir bela(!) aslında.


Ama o'nun bütün bu kötü özelliklerine tahammül edilmesinin çok geçerli bir nedeni var. O bir dahi ve kimsenin iyileştiremediği hastaları hayata döndürüyor..İşte bu yüzden o hastanede ne yaparsa yapsın o'nun zekasından ve yeteneğinden vazgeçilemiyor.


Özünde çok hassas ve tatlı biri House..altında çalışan biri değilseniz ve kendisinin hastası olmadığınız sürece sevimli:)) işte House'dan inciler:


Kanser teşhisi konan ama kanser olmadığı anlaşılan hastasına:

"A moment ago, you thought you were dying. Blind is actually good news."


"She's not your type. Your type's much stupider than her."


Dün akşamki bölümde en iyi arkadaşının, aslında tek(!) arkadaşının sevgilisinin ölümüne yol açan bir trafik kazasına yol açtı House..kendisi beyin kanaması geçirdi, arkadaşının sevgilisi ise öldü..

Gerçekten bu diziden hiç beklemediğim bir senaryo, çok güzel vedalaşma sahneleri vardı. Özellikle de House'ın en yakın arkadaşı Doktor Chase'nin ölmekte olan sevgilisi ile olan sahneleri çok etkileyiciydi. Bu dizide ağlayacağım hiç aklıma gelmezdi ama o kadar üzüldümki diziyi ağlayarak bitirdim.


Şimdi House'ı çok zor günler bekliyor. Senaristler o kadar akıllıca yazmışlarki, dizinin 5.sezonunu merakla bekleyeceğiz. House bu suçluluk duygusu ile daha insani tavırlar mı yakalayacak? Yoksa bu ağırlığa dayanamayarak işini terk mi edecek? Zaten problemli bir kişiliği olan House ile en yakın arkadaşı Chase'in ilişkileri düzelecek mi?


Kısacası HOUSE dizisi her bölümde işlediği ilginç tıbbi vakaları ile, ilginç ama bir o kadar gerçekçi karakterleri ve şaşırtan senaryosu ile alkışı hak ediyor. Özellikle senaryo yazarlarını gerçekten tebrik etmek lazım. Her bir bölüm için çok araştırma yaptıkları ve yaratıcılıklarını sonuna kadar kullandıkları çok açık. Zaten bu başarıları aldıkları ve aday oldukları Emmy ve Golden Globe ödüllerinden de belli.


Yaratıcı zekası ve kural tanımaz kişiliği ile Doktor House aslında tüm yöneticilere ve kendini yönetici sananlara örnek olmalı!


Öte yandan Türkiye'deki senaryo yazarları da bu dizinin senaryosundaki incelikleri, zeka pırıltılarını bir inceleseler hiç fena olmaz hani..:)


15 Ekim 2008

Batmayanniye...Yumuşacıkiye....bu reklam neden,niye...?


Gerçekten çok uzun zamandır ilk defa bu kadar kötü, bu kadar basit ve içimi ürperten bir reklamla karşılaşıyorum. Her reklamı beğenmek ya da etkilenmek zorunda değiliz tabi ama genelde reklamverenlerin bir bildiği vardır elbette diye düşünürüm. Mutlaka hedef kitleleri ile ya da bizim bilemediğimiz hedefleriyle aynı paralelde birşeyler yapmaya çalıştıklarına inanırım.


Ama "Days in Colors" için yapılan ve özellikle de nedense Digiturk ekranlarında durmadan dönen "batmayanniye.." reklamını gördükten sonra gördüklerime, duyduklarıma inanmak istemedim.


Yumuşak ve renkli güzelim battaniyeleri tanıtmak için bulduğunuz esprili(!) sözlerin gerçek bir reklamcıya ait olduğunu ve bir reklam ajansı tarafından onaylanarak teklif edildiğine inanmak istemiyorum.


Batmayanniye...yumuşacakiye...sözcüklerini insanların tüylerini diken diken etmek için kullanmak iyi fikir ama hiçbir potansiyel müşterinizin bu yaratıcı(!) reklama kanıp, batmayanniye'leri almaya koşacağını sanmıyorum.


İşin daha kötüsü "Days in Colors" markası için çok kötü bir etkisi var bu reklamın..Bu marka artık benim için "kaliteli" değil..Basit ve ucuz işler yapan bir battaniyeci..?


Bu arada internette yaptığım aramada kendilerine ait bir web sayfasına da rastlamadığımı belirtmek isterim. Günümüzde halen kurumsal imajı en net şekilde yansıtabilecek, içeriği zengin bir web sayfası olmayan firmalar-markalar var..Televizyonlara reklam ver ama bir web sayfan olmasın..bravo!


İnsanın içini açan rengarenk battaniyeler, nevresim takımları, yatak örtüleri için bu yolu seçmek ürünlere haksızlık aslında..Gerçekten tüylerimi ürperten bu ilginç reklamın devamını merakla bekliyoruz..:)

14 Ekim 2008

Müjde müjde size..son zamanların en güzel haberi !


Sevgili Arkadaşlar, baylar, bayanlar..son zamanlarda okuduğum ve duyduğum en güzel haberi sizlerle paylaşmak istiyorum.


Hepimizin özelliklede nedense kadınların vazgeçemediği en büyük tutkulardan biri de ÇİKOLATA'dır..en azından benim için öyle. Sütlüsü, fındıklısı, fıstıklısı, karamellisi her çeşidini zevkle tüketiyorum. Ama her defasında yedikten sonra pişmanlık duymuyorum desem yalan olur..


Artık hiç pişmanlık duymadan çikolata yiyebileceğimi öğrendiğim için çok mutluyum. Yapılan araştırmalara göre ortaya çıkan son gerçek şu; kakao oranı yani çikolatası %70'den daha yüksek olan çikolatalar mükemmel bir antioksidan kaynağı olup sağlığımıza faydalıymış! Yani yeşil bir elma yerine ya da bir bardak yeşil çay yerine yiyeceğimiz bir porsiyon gerçek çikolata bize gerekli antioksidanı sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda bizi mutlu da edecek..


Burada önemli olan şu, alışveriş esnasında çikolataları tek tek incelerseniz - ki ben yaptım- çoğunun kakao oranının %30-40 civarında olduğunu, geri kalan bölümün yağ ve şeker ile tamamlandığını göreceksiniz. İşte vücudumuza zararlı olan da bu yağ ve şeker. Zaten yapılan son araştırmaların yayınlanmasından sonra çikolata üreticileri de %70 kakao oranını paketlerinin üzerinde oldukça net ve görünür şekilde göstermeye başlamışlar.


Benim size tavsiyem Nestle'nin %70 kakao oranına sahip acı çikolataları..100gr'lık paketlerde satılıyor ve içinde 10 porsiyon var. Her bir porsiyonu sadece 56 kcal..ve çikolata isteğinizi kesinlikle bastırmaya yetiyor.


Bugün sağlıkla ilgili güzel bir haber vermek istedim. Benim bundan sonra tercihim kesinlikle bu yönde olacak,size de tavsiye ederim..


Yakında kalorisiz ve c vitaminli çikolata çıkarsa şaşırmayın..!

13 Ekim 2008

Dönüşüm muhteşem oldu..:))




Nasıl anlatsam, nereden başlasam diye düşünüyorum bir süredir..Uzun bir ara verdikten sonra dönmek pek kolay olmuyor. Size anlatmak istediğim çok güzel bir film ve çok güzel bir mekan var..

Öncelikle filmi anlatmak istiyorum, orjinal adı The Pursuit of Happyness Türkçesine "Mutluluğun Peşinde" diyebiliriz sanırım. Gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılarak yapılan filmin başrolünde Will Smith var. Genelde Will Smith denince benim aklıma komik ve eğlenceli filmler gelir-di. Bu film öyle değil. Will Smith küçük oğlu ile hayatta kalabilmek için zorlu ve acımasız bir savaş veriyor. Filmin en hoşuma giden tarafı yaşamak için çalmaya, ahlaksızlığa ya da zorbalığa başvurmuyor. Alınteri ile çalışıyor, didiniyor, emek harcıyor,oradan oraya koşturuyor ama bozulmuyor. Çok içten,duygusal ve samimi bir hikaye..Romantizm yok, aşk yok, kadın yok, bir adamın gerçek hayat hikayesi var..Bir baba ve 5-6 yaşlarında bir oğul.hepsi bu. Hiç sıkmadan, sonunu merak ederek ve bütün kalbinizle mutlu olmalarını isteyerek izleyeceğiniz bir film.

İstanbul'da güzel şeyler de oluyor !
İkincisi, İstanbul'da olmasından gurur duyduğum bir yer. Yabancı misafirlerinizi övünerek ve gönül rahatlığı ile götürebilirsiniz. İstanbul Modern Sanat Müzesi'nden bahsediyorum. Hiçbirimiz maalesef sanatla içiçe büyütülmedik. Eğitim sistemimizde insanları sanata ısındıran, yaklaştıran bir olgu yok. Ama ne kadar uzak olsakta, sanat eserlerinden pek anlamasakta elimizdeki imkanları değerlendirirek kendimizi biraz şımartabiliriz diye düşünüyorum. Kendi bildiğimiz ve keyif aldığımız şekilde sanata yaklaşabiliriz.

Ben gittiğimde içinde bir resim ve bir fotoğraf sergisi vardı. Özellikle Mehmet Güleryüz'ün resimleri gerçekten harikaydı. Evimde, ofisimde kafamı kaldırdığımda bu resimleri görmeyi çok isterdim doğrusu..Güzel bir resim ve fotoğraf sergisini gezdikten sonra İstanbul Modern'nin harika İstanbul manzarasına sahip restoranında oturup en azından birşeyler içmelisiniz. Şahane bir İstanbul manzarası, deniz hemen önünüzde, Karaköy ve Eminönü'ne gidip gelen vapurların düdük sesleri arasında nefes almak gerçekten insanı mutlu ediyor.Mutlaka vakit ayırın, Fındıklı'daki bu gerçekten modern(!) müzeyi gezin; denize karşı bir kaç kadeh için ve İstanbul'u dinleyin..

Benim bir sonraki hedefim Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki Salvador Dali sergisi olacak..size oradan da gözlemlerimi aktaracağım elbette..

Yine, yeni, yeniden...

Upuzun bir aradan sonra yeniden buradayım..Maalesef iş,güç,hayat gailesi derken yazılarıma uzun bir ara verdim ama bu işten vazgeçmedim. Yazacak, anlatacak çok şey birikti. Umarım, bundan sonra böyle uzun aralar vermek zorunda kalmam.
Yeniden görüşmek dileği ile şimdilik MERHABA ve HOŞÇAKALIN..!!!