30 Haziran 2008

Elimizde olmayan nedenler...

Maalesef ailecek üzücü ve yorucu günler geçirdik. Hiç beklemediğimiz bir anda meydana gelen olaylar nedeni ile 1 haftadır yazamadım. Umarım, bugünden sonra kendimi toplayıp yazılarıma kaldığım yerden devam edeceğim.

Görüşmek dileği ile...

19 Haziran 2008

Aşk, Nefret, İntikam ve Entrika...işte "İngiltere Kralı Henry VIII"

Geçtiğimiz Cumartesi günü yeni bir kitap alıp okumaya başladım. Geçtiğimiz haftalarda sinemalarda da gösterilen ve birkaç kişiden iyi eleştiri duyduğum BOLEYN KIZI adlı filmle aynı ismi taşıyan kitabı görür görmez elime aldım, daha önce hiç aklımda olmamasına rağmen hiç düşünmeden aldım kitabı. Beni bu kitaba çeken bir şey vardı...


Kitap 800 sayfadan daha uzun olmasına rağmen dün gece bitirmeyi başardım. Son zamanlarda beni bu kadar heyecanlandıran, meraklandıran ve her sayfasını acaba şimdi ne olacak diye çevirdiğim bu kadar sürükleyici bir roman okumamıştım. Bu kitap sayesinde hiç bilmediğim ve daha önce hiç ilgilenmediğim bir dünyaya da girmiş oldum.


Kitap aslında İngiltere tarihinde çok iyi bilinen bir kraliçenin; ANNE BOLEYN'in hayatını kızkardeşi Mary Boleyn'in ağzından anlatıyor. Kitabın tamamı Boleyn ailesinin ve elbette doğal olarak çok yakınlarında bulunan Kral Henry VIII'in başına gelenleri içeriyor.


Boleyn ailesinin para ve mevkii hırsı, hayatımda hiç duymadığım kadar hırslı ve kötü kalpli Anne Boleyn'nin kraliçe olabilmek - ve kraliçe kalabilmek- için yaptıkları, Kral Henry VIII'in bir eli yağda bir eli balda kendi çıkarları uğruna tüm insanların hayatları ve gelecekleri ile bencilce oynaması...Ağzımı açıkta bırakan, beni gerçekten 16.yy'daki İngiltere saraylarının hayalini kurduran bir kitap. Anlatılan sahnelerin tümünü kendi kafamda yaşadım, kurguladım ve izledim desem yalan olmaz..Tasvir edilen elbiseleri bile tek tek zihnimde canlandırdım.


Kitap beni o kadar etkiledi ki bitirir bitirmez Kral Henry VIII'in kitapta anlatılmayan hayat hikayesinin geri kalanını öğrenmek için hemen internette araştırma yaptım. Esas anlatılması gereken Henry VIII'in hayatıymış meğerse..


Eğer yanlış hatırlamıyorsam 58 yaşında ölen bu kral, hepsi birbirinin üstüne olacak şekilde 6 evlilik yapmış. Meşru veya gayrimeşru bir sürü çocuğu olmuş. 40 yaşından sonra hızla yaşlanmaya, şişmanlamaya ve hastalanmaya başlamış. Daha fazla anlatmayayım evlendiği tüm kadınların ve hatta metresi olan onlarca kadının gerçekten çok ilginç hikayeleri var. Gerçek bir masal dünyası, gerçek payının olduğunu bilmek işi çok daha zevkli yapıyor..


Ben şu anda İngiltere Tarihine özellikle de bu kral Henry VIII'e odaklanmış durumdayım. Bu haftasonu bulabileceğim tüm kitapları alıp bir solukta okumak istiyorum. Yazdıklarım ilginizi çektiyse kolayına kaçmayın, filmi izlemeden önce kitabı mutlaka okuyun !

17 Haziran 2008

3 maç için 300,000 YTL prim..!

Milli Takım oyuncularına "çeyrek finale kaldıkları için" adam başı 300,000 YTL prim vermeye karar vermişler..

Milli Takım kadrosunda en az 25 kişi olduğunu farzedersek toplamda en az 7,5 trilyon YTL biraz da şansın yardımı ile "çeyrek finale kaldığımız" için dağıtılacak.

Türkiye'deki en çok para kazanan meslek gruplarından biri "futbolculuk". Her sene binlerce dolar kazanıyorlar, ter döküp hak ediyorlar ya da etmiyorlar ama onlara bu bedelleri anlaştıkları futbol kulüpleri ödüyor;biz değil.

Milli Takımda olmak, hele Avrupa sahnesinde bir başarıya ortak olmak futbolcular için yeterince büyük ve değerli bir ödül aslında. Kimse milli takımda "para" için oynamıyor..

Elbette başarıyı ödüllendirmek ve alkışlamak gerekir. Çeyrek finale kalan oyuncularımıza ödül verilmesin demiyorum ama kişibaşı 300,000 YTL sizce de fazla değil mi ? Bu ülkede para çok zor kazanılıyor, insanlar işsizlikten ve açlıktan şikayetçi. Büyük şehirlerde bile yüzlerce sağlam okula, çocukların ücretsiz spor yapabilecekleri spor merkezlerine ihtiyaç var. Her gün 10 saat ağır şartlar altında sigortasız çalışan bir işçi bu parayı biriktirmek için en az 30 sene çalışmak zorunda..

Bu kadar büyük paraları dağıtırken yaşadığımız ülkenin şartlarını göz ardı etmesek; prim olarak dağıtabilecek ve bizim cebimizden çıkan kaynaklarımızı daha faydalı yerlere aktarabilsek..Türkiye'yi dışarıda temsil eden tüm başarılı insanlara da bir "onur madalyası" ya da ne bileyim benzeri manevi bir ödül verilse. Futbolcular çocuklarına kazandıkları bu başarıyı hatırlatacak manevi değeri çok yüksek ve gurur duyabilecekleri bir şey bırakabilseler.

Esas şunu merak ediyorum. "Çeyrek finale kaldığımız" için adam başı 300,000 ytl verilecekmiş; peki ya finale kalırsak hatta şampiyon olursak ne vereceksiniz?

Michelangelo'nun çok sevdiğim ve inandığım bir sözü var;
"Çoğumuz için en büyük tehlike hedefi yukarı çekip ulaşamamakta değil, çok aşağılarda tutup ulaşmakta."

16 Haziran 2008

Milli Maçtan sonra içimde kalanlar..!


Oldukça sıkıcı başlayan ama son 15 dakikada insana gerçekten heyecan ve zevk veren bir maç izledik dün gece..Oynadığımız kötü futbol ve son dakikada atılan bir gol ile buraya kadar geldiğimiz için açıkçası hiç ümidim ve en kötüsü de inancım yoktu yeneceğimize..Çekler 2-0 yaptığında o yüzden çok şaşırmadım..


Neyse yine biraz da şansın yardımı ile pek güzel bir oyun ortaya koyamayan milli takımımız ne yaptı ne etti Çekler'i 2-0'dan 3-2 yenmeyi başardı..Tabii ki son dakikalarda çok heyecanlandım ve maçın bitiş düdüğü ile derin bir oh çektim. Türkler için eğlenceli ve keyifli bir gece olurken, Çekler için gerçekten kötü bir son oldu...Buraya kadar sözüm yok ama maç bittikten sonra olanları anlamam ve kabul etmem mümkün değil.


Sanki Avrupa Şampiyonu olmuşuz gibi yollara dökülen insanlar, gecenin o saatinde hiç durmaksızın kornalara basan şoförler, bir gerekçe bulup biraz da içkinin etkisi ile kavga edebilen Türk erkekleri ve tabii elalemin uzaya gittiği bir çağda havaya ateş eden kör kütük cahiller..


Neden, neden, neden..? Neden hala silahla oynamanın, silahla hava atmanın, silahla sevinmenin, silahla erkek gibi hissetmenin APTALLIK olduğunu, cahillik olduğunu, kültürsüzlük olduğunu, bencillik olduğunu, başkalarını düşünmeden herkesin canını göz göre göre tehlikeye atmak olduğunu ANLAMIYORLAR...? Nihat orada golleri siz burada gelişigüzel ateş açarak kendi kendinizi tatmin etmeniz için mi attı? Siz havaya ateş açınca çok mutlu oldunuz, çok mu zengin oldunuz, Türkiye direk finallere mi kaldı, ne oldu?


Gece 24.00 civarında maç bitti. Ertesi gün işe gidecek olanlar, uyuyan bebekler, çocuklar, hastalar, yaşlılar olabileceğini bile bile gece 01:00'de hala kornalara basmak neden? Yapmayın demiyorum ama herşeyin bir zamanı yok mu ? İlk turu geçtiğimiz için tüm kurtlarını dökenler, olur da Avrupa Şampiyonu olursak ne yapacak, daha nasıl sevinecek? Yoksa milli tatil mi ilan edilecek?


Kısacası söylemek istediğim sevinmeyi bilmiyoruz, daha da kötüsü neye sevineceğimizi bilmiyoruz ! İlk turda elenmediğimiz için çok seviniyoruz..yollara çıkıp konvoylar oluşturuyoruz, bol bol gürültü yaparak ve havaya ateş açarak eğleniyoruz(!)


Ben ilk turu geçtiğimiz için sevindim ama zaten geçmemiz gerekiyordu..Bu kadar büyütülecek bir mevzu olduğunu sanmıyorum. Tabii ki son 15 dakikada 2-0'dan 3-2 yapabilmek inanılmaz bir şey ama maçın 2-0 olması da bizim kabahatimiz değil miydi..? Grubumuzdaki ülkelerin Türkiye'yi eleyecek güçleri vardı ama üstünlük onlarda değildi. Elenseydik kimse şaşırmazdı ama turu geçtiğimiz için de bu kadar abartmaya, bu kadar "görmemiş" olmaya da gerek yok..Kahramanlık türküleri ile beraber maçın son 15 dakikasına kadar yapılan yanlışları ve neden bu duruma düştüğümüzü de konuşsak..


Diyeceğim o ki; hele bir Hırvatistan'ı, Hollanda'yı, İspanya'yı bileğimizin hakkı ile, güzel futbol ile yenelim ondan sonra yollara çıkıp insan gibi(!) kutlayalım.

Pazar sabah kahvaltımızı mahveden Lluvia'ya gitmeden önce bu yazıyı okuyun...

Maçka Parkı'nın içinde yeşillikler ortasında çok hoş bir restoran Lluvia...Yolun aşağısında kaldığı için merdivenlerle inmeniz gerekiyor. Dışarıdan baktığınızda o kadar huzurlu ve o kadar şık görünüyor ki kayıtsız kalamadık. Bir pazar sabahı gazetelerimizle, sessiz ve uzun bir sabah geçirmek hevesi ile girdiğim Lluvia'da tam anlamı ile hayal kırıklığı yaşadım.

Nereden başlasam bilmiyorum ama gittiğimizde saat 10:00 civarıydı ve bu güzel yer nedense(!) bomboştu. Heralde Nişantaşı sakinleri geç uyanıyor diye düşünüp oturduk. İçeride yataktan yeni kalktıkları belli olan, yüzlerini bile yıkamamış, asık suratlı ve kirli restoran tişörtleri ile dolaşan 2 kişi vardı. Bir kişi de sabahın 10:00'u olmasına rağmen - üzerinde restorana ait bir giysi bulunmuyordu- camları silmekle ve bize bakmakla meşguldü. Madem camlar silinecek pazar günü insanların "şahane" kahvaltınızı tadmak için geleceğini bile bile neden erkenden halledilmez anlamıyorum?

Servis yapan görevlilerin asık suratı, bayan arkadaşın makyajsız ve bakımsız hali bir de üstüne giydikleri "kirli" tişörtlerini görünce zaten geldiğimize bin pişman olduk. Gittiğiniz çok lüks ve hoş bir restoranda size servis yapan görevlinin üstünün baştan aşağı lekelerle dolu olduğunu görürseniz o restoranın mutfağının ne kadar temiz olabileceğini düşünürsünüz???

Ortaya gelen serpme kahvaltı şekerlemiş iki çay kaşığı kadar reçelden, bir kibrit kutusu kadar beyaz peynirden oluşuyordu. Fazladan ısmarladığımız omlet muhtemelen yıkanmamış bir tavada,eski yağlarla yapılmıştı. O yüzden de çok ağır bir kokusu ve tadı vardı, yiyemedik..

Daha da kötüsü tüm bu kahvaltılıklarla bir şekilde karnımızı doyuralım, madem sipariş ettik parasını ödeyeceğiz bari yiyelim derken gördüğüm bir tablo ile iştahım tamamen kesildi. Oturduğum yerden yukarıdaki yolda adamın birinin şeffaf ve büyük bir poşet içinde sırtında buz taşıdığını gördüm, sonra bu adamın merdivenlerden inerek oturduğumuz restorana doğru geldiğini gördüm, "yok artık bu restoran buzlarını böyle dışarıdan poşetlerle taşımaz heralde" diye ümitlendiğim son anda o adamın ter içinde sırtında bir poşet buzla restorana girdiğine şahit oldum.

Bu kadar güzel bir restoran-cafe açmışsınız, güzel bir web sitesi yapmışsınız ne olurdu güleryüzlü, işini seven, sabah müşterileri gelmeden ortamı eksiksiz hazır eden, müşterilerini tertemiz kıyafetlerle, bakımlı, traşlı veya makyajlı karşılayan elemanlarınız olsaydı? Yapılan servisler önce göze doyurucu gelse, bol bol servis edilse, gelen yiyeceklerin temiz ve sağlıklı olduğundan emin olabilsek? Yiyemediğimiz bir kahvaltı için kişibaşı 25 YTL ödediğimizde en azından "değdi" diyebilsek..

Yani bizzat tecrübe ile yazıyorum bu Lluvia çok güzel görünüyor ama asık suratlı ve mutsuz insanların çalıştığı, aldığınız hizmete göre çok pahalı ve muhtemelen hijyene pek önem vermeyen bir yer..gitmek isterseniz ben mani olmayayım ama ben bir daha asla gideceğimi sanmıyorum.
Benim güzel bir pazar sabahımı sabote ettiler..!

12 Haziran 2008

"Sirk" and the "Tiki"


Günlerdir şişirilen, gazetelerin, dergilerin sayfalarını süsleyen son zamanların en "moda" filmi Sex and the City'i nihayet gördüm. Bir zamanlar televizyondan izleyerek sevdiğimiz ve gülerek takip ettiğimiz süper iyi arkadaşların hayatları acaba nasıl ilerlemişti, yoksa aynı yerde sayıp duruyorlar mıydı?

Maalesef aradan yıllar geçmişti ama kızlarımız aynı şeylere üzülmeye, aynı şeylere sevinmeye devam ediyorlar..Hayatlarında yine en önemli şey biri için "bilmem ne marka ayakkabı" ya da "bilmem ne marka çanta", bir başkası için "seks", ötekisi için "çocuk,aile" vs..vs..

Hikaye çok sıradan ve o kadar basit ki eminim en fazla 20 dakikada filmin hikayesine karar vermişlerdir. Dizinin başrol kahramanı Carrie ile on yıllık aşkı Mr.Big için daha iyi hikayeler, daha gerçekçi ve inandırıcı sebepler, daha yaratıcı bir son bulunamaz mıydı?

Film hiç şaşırtmadan, 30 dakikalık sabun köpüğü bir dizi tadında başlayıp bitiyor. Araya "zoraki" katılan bir kaç seks sahnesi o kadar yüzeysel ve o kadar zorlama olmuş ki, hani dizide oluyordu buraya da koyalım bir kaç parça demişler sanki..

Yapımcılar sadece film gösterimlerden para kazanmak istememişler olacak ki her sahneye bir "marka" bir "gizli reklam"alınmış. Evleri dışında geçen sahnelerin çoğu Starbucks'da geçiyor ve en az 5-6 sahnede kahramanlarımız ellerinde Starbucks bardakları ile görünüyorlar. Özellikle gösterilen bilmem ne marka ayakkabıları, elbiseleri ve gelinlik modellerini hatırlamıyorum bile..
Başroldeki yazar olan kahramanımız yardımcısına göstere göstere bir Louis Vuitton çanta hediye ediyor. Yan karakterler ünlü ve pahalı marka çantaların kiralandığı gerçek bir web sitesinden bahsediyorlar. vs.vs.vs...

Kısacası hayal dünyasında yaşayan, zengin, güzel, bakımlı ve zayıf kadınların sınır tanımayan arkadaşlıklarını anlatmaya çalışan ama araya kırık kalpler, kötü ilişkiler gibi soslar katılan eğlencelik ve hemen unutabileceğiniz türden bir film..

Başlıkta göreceğiniz gibi gösterilen dünya bir "sirk"e benziyor..çok renkli kişilikler, moda dünyası, pahalı zevkler, elbiseler, ayakkabılar,içkiler,kalabalık partiler ve çok gürültülü müzik müzik müzik..Nereye bakacağınızı bilemiyorsunuz.O kadar ki biz filmden çıktığımızda başımız ağrıyordu ve çok sıkılmıştık.

Bu arada sözlerimi bitirmeden filmi izlediğimiz salondan bahsetmem gerekiyor. Neredeyse tamamı kadın olan 50-60 kişi vardı. Bizim dikkatimizi tam önümüzde oturan ve salondaki herkesten çok eğlenen 8 adet türbanlı kız çekti..Başları "sıkmabaş" tabir edilen biçimde iyice kapanmıştı ancak hepsinin başında birbirinden renkli, allı güllü saten türbanlar vardı..önümüzde turuncudan mora kadar uzanan her renkten türbanlı ve yaşları 20-25 arasında değişen bu genç arkadaşların bu filme bu kadar ilgi göstermeleri, üstelik de hoşlarına gittiğini görmek bizi şaşırttı. Bu filme geldiklerinden babalarının ya da kocalarının haberi var mıydı acaba?

10 Haziran 2008

Sawyer seni seviyoruz ama Magnum yemiyoruz !


Ben de Digiturk sayesinde LOST fanatiği oldum ve her defasında aynı bölümleri tekrar tekrar izleyip duruyorum. Son iki senedir Lost'u seyrettiğim için Sawyer'ı çoook önceden keşfettiğimi de belirtmeliyim.

Algida Magnum reklamı için Sawyer'ı - biliyorum gerçek adı Josh Holloway- Türkiye'ye getirdiğinde medya için gerçekten iyi bir malzeme oldu. Daha önce Lost'u duymayan varsa artık kalmamıştır heralde. Tüm kanallar, hatta ana haber bültenleri bundan bahsetti, basın toplantısını gösterdi. Hem Lost hem de Sawyer için PR anlamında başarılı olduğunu kabul etmek gerek. Çünkü tüm haberlerde "bir dondurma markasının reklamında oynamak üzere" İstanbul'a geldiğini söyleyip durdular.

Öte yandan anladığım kadarı ile Magnum özellikle özgür ruhlu, kendine güvenen, bakımlı ve çalışan kadınları hedefliyor. Üstelik dondurma yemekten öte dondurma ile kendilerini tatmin eden kadınlar..(mutlu olmak için yiyen mutsuz kadınlar)

Reklam filminde de alışverişten dönen, elleri kolları çantalarla dolu bir kadının Magnum için neler yapabileceğini görüyoruz. Ben bu reklamı pek beğenmedim, üstelik "kadınları Magnum yemeye ikna edebilecek" harekete geçirecek bir yönünü de bulamadım.

Sawyer gibi bir malzeme varken neden bu adamı siyah takım elbise içinde görmek zorundayız? Reklamın tekrar tekrar izlenmesini sağlamak için Sawyer'in sadece gömleğini çıkarması yeterdi. Reklam kendini tekrar izlettirmek için bir hoşluk vermiyor. Sawyer'ın o meşhur saçlarını arkaya atması bile yok. Hınzır gülüşü yakalamak için çok dikkatli takip etmeniz gerekiyor. Oysa Sawyer bir deniz kenarında bir Magnum dondurmayı yeseydi çok daha izlenir olmaz mıydı?

Başroldeki kadın kahramanımız keşke bizden biri, bir Türk olsaydı..Eğer bu film sadece Türkiye pazarı için yapılıyorsa bu kadının bizim tanıdığımız, beğendiğimiz bir kadın olması daha etkili olurdu. Benim aklıma gelen Şebnem Dönmez oldu mesela..güzel, genç, başarılı, kararlı ve Sawyer'ı alt edebilecek kadar zeki...böylece reklam biraz daha inandırıc olabilir ve kendimizi "o kadının" yerine koyabilirdik.

Sonuç olarak ben bu kadar büyük bütçe ile yapılan bu reklam ve pr çalışmasının Magnum'dan çok Sawyer'a yaradığını düşünüyorum. Dondurma sever biri olarak beni Magnum yemeye ikna etmediğini de üzülerek söylemeliyim, ha belki hedef kitle değilimdir o ayrı :)

Magnum zaten ülkemizde tanınan ve bilinen bir marka.. Tam dondurma mevsiminin geldiği bu günlerde marka bilinirliği için değil satışlarını artırmak için bu reklamı yaptıklarını sanıyorum. Yine de emeği geçenlerin eline sağlık, çok yorulduklarından eminim. Ama söylemeden geçemeyeceğim; bizim reklam yazarlarımız çok daha yaratıcı, esprili, sadece Sawyer'ı değil reklamın hikayesini de konuşturabilecek daha güzel bir senaryo yapabilirler(di).

9 Haziran 2008

Herşeyi bilen adam "Sunay Akın"


En büyük hayranlarından biri benim annem..ne zaman bir yerde rastlasa mutlaka o kanalda durur, izler ve bana bilmem kaç bininci kez "biliyor musun bu adamın bir de oyuncak müzesi varmış" der. Hiç bıkmadan, usanmadan aynı cümle kimbilir kaç kez tekrarlanmıştır bizim evimizde. Biraz da annemin katkısı ile biz Sunay Akın'ı seven, izleyen ve okuyan bir aileyiz.

Sunay Akın deyince benim aklıma herşeyi bilen, kimsenin göremediği detayları gören, öğrendiklerini asla unutmayan şahane bir bellek geliyor. Mesela O, matematikte "olamayana ergi" diye bir method olduğunu, II.Selim döneminde Sumatra adasına Türkler'in gönderildiğini ve burada Türk döküm ustalarının bir top döktüklerini, üstüne de padişahın tuğrasını koyduklarını biliyor..Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında üstelik cephedeyken "Çalıkuşu" romanını okuduğunu biliyor. Şu anda Sakıp Sabancı Müzesi'nin bulunduğu Atlı Köşk'e adını veren bahçedeki muazzam at heykelinin 1864 yılından bugüne başına nelerin geldiğini ve kimlerin bahçelerini süslediğini biliyor. Düğünlerin vazgeçilmez dans müziği "La Cumparsita"nın 1917 yılında Uruguaylı bir müzisyen tarafından bestelendiğini de biliyor.
Beni daha çok şaşırtan ve hayranlık uyandıran özelliği ise bildiği tüm bu şeyleri unutmaması, her daim hatırlaması ! Ağzınızdan çıkan bir cümle ya da bir kelime bütün bunları hatırlamasına yetiyor. Anlatmaya başladığında nerede bitireceğini, konuların nereden nereye varacağını kestiremiyorsunuz.
TV8'de Pazartesi akşamları canlı yayınlanan bir programı var Sunay Akın'ın... Her programda sürekli ekranlarda görmeye alışık olmadığımız, dolayısı ile de görmekten bıkmadığımız sohbeti tatlı insanları konuk ediyor. Yeni birşeyler öğrenmek, bazen bir şiir dinlemek, şaşırmak ve anlamlı sohbetler dinlemek isterseniz mutlaka izleyin.
Sunay Akın; İstanbul'un en iyi semtlerinden birinde ailesinden kalan bir köşkü "Oyuncak Müzesi" haline getirecek kadar duygusal, doğduğu ve büyüdüğü toprakları unutmayacak kadar vefalı, aslında hepimizin bilmesi ve görmesi gerekenleri farkedebildiği için şanslı, bütün bildiklerini bizimle paylaşmayı sevdiği ve istediği için iyi yürekli bir insan...

6 Haziran 2008

Göbeği ata ata, Uludağ Limonata..!


Son zamanlarda aslında yazmak istediğim ama bir türlü vakit bulamadığım bir çok konu var aklımda..Umarım hepsini sırası ile önümüzdeki günlerde sizlerle paylaşacağım. O yüzden bugün biraz hızlı ve kısa bir yazı ile sesleneceğim.

Arabada giderken özellikle radyo reklamlarını dinlemeyi severim ben..kim ne yapmış, ne söylemiş ilgimi çeker. Özellikle sabahları Radyo N101'de Cem Ceminay in the Morning programında yapılan advertorial reklamları dinliyorum. Bu aralar -sırası gelmişken- reklam yapmaktan program yapamadıklarını da belirtmek isterim. Üst üste o kadar çok markanın reklamlarını almışlar ki yol boyunca eskisi gibi gazete haberlerini, gündemi kendi üslupları ile eleştirmeye zamanları olmuyor. Mecburen reklamını yapmak zorunda oldukları firma ve sektörlerle ilgili konuları konuşuyorlar.

Cem Ceminay'ın programını geçen sene keşfedip, kendisine ilk advertorial reklamlardan birini veren reklamverenlerden biri olarak naçizane tavsiyem; programınızı sadece advertorial reklam yapılan bir programa dönüştürmeden, az sayıda ama sizi ve dinleyicilerinizi sıkmayacak ürünlerin tekliflerini kabul edin..Ben artık siz reklama başladığınızda kanal değiştirmeye başladım, ben sizi dinleyip gülmek ve magazin haberlerini öğrenmek istiyorum. Siz bana "diş minelerinin asitten eridiğini" anlatıyorsunuz...Elbette daha çok "para kazanmak" istiyorsunuz ama bunu yaparken dinleyicilerinizi kaybedebilirsiniz.

Öte taraftan bugünlerde en çok hoşuma giden ve eşlik ettiğim bir reklam var : Göbeği ata ata, Uludağ limonata...kulaklarımızın alışkın olduğu bir roman havası üzerine ürünle ilgili sözler yazılmış. Melodi çok hareketli ve nakaratlar da çok tekrar edildiği için hemen dilinize yapışabiliyor. Söylemek istediğim reklam eğlenceli, dinletiyor ve tekrarlatıyor ama ikna ediyor mu emin değilim..Ben "komik" şarkı sözlerini söylemeyi seviyorum ama henüz Uludağ Limonata'yı tadmadım. Belki bir yerde rastlarsam denemek isterim. Uludağ Limonata yetkililerinin neden "göbek ata ata" limonata içmek isteyeceğimizi düşündüklerini merak ediyorum, yoksa bu ürünün hedef kitlesi sadece Sulukule ve Kumkapı mı ?..

3 Haziran 2008

Kanlıca'da İkinci Bahar esintisi..


Ne zamandır methini duyduğum ama web sitesi olmayan küçük bir restorandan bahsetmek istiyorum sizlere.. İşyerim Kavacık'da ve maalesef öğle tatilleri için pek bir alternatifimiz yok. Her yere uzak olmamıza rağmen geçtiğimiz Cuma günü Kanlıca'ya gitmeye karar verdik. Kanlıca meydanında otobüs durağından hemen sonra ilk sağdaki daracık bir sokağa girdiğinizde en fazla 10 metre ötenizde İkinci Bahar'ın güzel bahçesini farkediyorsunuz. Çok güzel eski bir İstanbul sokağında çok şirin, ufak ve temiz bir restoran İkinci Bahar..

Menüsünde çok çeşitli seçenekler var ama inanın hepsi gerçekten çok lezzetli. Menüde bulunsun diye konmadıkları, işin ustaları tarafından pişirildikleri çok açık. Lezzetli et ve kebap çeşitleri, makarnalar ve mantı, yaprak sarma gibi özel ev yemekleri...Üstelik fiyatları da pahalı değil. Restoranın sahibi de çok güleryüzlü ve tüm müşterileri ile yakından ilgilendi. Biz de "gülmeyi bilmeyen dükkan açmasın" sözünü onaylamış olduk.

İkinci Bahar'ın kötü denilebilecek tek özelliği biraz küçük olması..Biz gittiğimizde bahçede son bir masa kalmıştı, yoksa içeride oturmak zorunda kalacaktık ki bu durum güzel bir yaz günü şirin bir bahçe gözünüzün önünde dururken kimsenin hoşuna gitmez. Bahçesi en fazla 35-40 kişilikti sanırım ve biz oradayken tamamen dolu idi.

Sonuç olarak biz oraya sık sık gitmeye karar verdik. Eğer gidebiliyorsanız sevdiğiniz iş arkadaşlarınızla öğlen yemeğinizi bir gün mutlaka burada yiyin. Kavacık için biraz uzak kalsada inanın gitmeye değecek bir yer..!